Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




çocuk kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Nisan 2016 Perşembe

Ben ve Sen / Giusi Quarenghi

"Yaşam, yazarlarını bekleyen bir hikayedir. Kim anlatmak ister?"

Çok güzel bir ifade değil mi?
İçinde farklılıkları ve benzerlikleri olan iki yaşam hikayesi var bu kitapta: Aziza ve Beata
Kütüphaneci Marina'nın büyük bir kentin yakınlarındaki küçük bir kasabanın kütüphanesinde çalıştığını okuyunca kitaba hemen kanım kaynadı tabii.
Ne yazık ki ülkemizde kütüphaneciler  biraz "hayatından bezmiş, kitaplarla pek de ilgisi olmayan" mizaçta olduklarından (istisnaları tenzih edeyim) Marina'nın işini severek yaptığını okumak beni çok mutlu etti.
"Kütüphanede, yıllar boyunca bilgileri katalogladıktan, dosyaladıktan, kitap arayıp bulup ödünç verdikten, danıştıktan ve ona danışılmasından sonra, Marina kendine özel bir uğraş edinmişti. Bir düşünce üzerinde yoğunlaşıyor, düşünceyi bir projeye döndürüyor, daha sonra bu düşünceyle projeyi kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla paylaşıyordu. Böylece ortaya, bir yıl boyunca süren bir uğraş, bir eğlence, yeni insanlarla tanışma, yeni bir şeyler keşfetme, yeni bilgiler edinme, yeni yeni sürprizlerle karşılaşma fırsatı çıkıyordu."
İlk sayfalarda okuduğum bu paragraftan sonra daldım gittim hayallere.
Hayalimde kendi kütüphanemde neler yaptığımı/planladığımı kurdum. Nisan ayında minik de olsa bir yerden başlamayı kafama koymuştum ama işler pek de öyle gelişmedi ve ben şu an sadece hayal ile yetiniyorum. Bu kitapla beraber hayalimin pekişmesine de ayrıca çok sevindim, sanki bir anda Marina oldum :)
Proje olarak belki ben de kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla aynı kitabı okuma ve üzerinde konuşma etkinliği yapardım. Veya sevdiğimiz bir yazarın tüm kitaplarını en baştan okurduk (Roald Dahl gibi-mümkünse Eylül ayında) Ya da okuduğumuz bir kitapla ilgili keyifli bir etkinlik yapardık, tıpkı Serra/Buse ve Tuna'nın yaptığı gibi :)
Oysa Marina'nın aklına o sene için çok daha yaratıcı bir fikir geliyor ve çocukları eşleştirerek arkadaşlarının yaşam hikayelerini yazmalarını istiyor, hem de 1 yıllık bir gözlemin sonucunda!
Eşleşmede olmasa da Aziza ve Beata bu işe sıcak bakıyorlar ve birbirlerinin yaşamlarına ortak oluyorlar.
İki tatlı kızın hikayesini kütüphane projesinden bağımsız bir arkadaşlık seyrinde okusaydık sanırım bu kadar keyifli olmazdı.
Görsel kitapkurduanne Akça'dan, kalp çok anlamlı geldi :)
Beata İtalyan ve ailesiyle beraber yaşıyor; Aziza ise Fas doğumlu, sadece 2 yıldır İtalya'da ve yurtta kalıyor. Yaşam öykülerini yazabilmek için Aziza Beata'nın ailesiyle görüşürken Beata da Aziza'nın İtalya'daki tek akrabası annesi ile görüşüyor ancak süre o kadar kısıtlı ki. Fatma Hanım -Aziza'nın annesi-oldukça ürkek bir şekilde çalıştığı eve götürüyor Beata'yı.
Kapak resmine bakınca ve kitabın konusunu okuyunca biraz daha naif bir metinle karşılacağımı düşünmüştüm, pek öyle olmadı açıkçası.
Kitabı dün bitirdim ve bu yazıyı yazmaya da dün başladım ama kafamda bir şeyler eksik olunca bu yazıyı zamana bıraktım. İyi ki öyle yapmışım, kitapta benim için neyin havada kaldığını anlamış uyandım sabah. (fazla rüya görmenin faydası demek ki :)
Aziza ve Beata'nın birbirlerinin yaşamlarına ortak olabilme hikayesini, kütüphaneci Marina'nın bu hikayedeki rolünü sevdim. Ancak Beata'nın ailesinin ön yargılı tepkilerinin işleniş şekli hoşuma gitmedi. Beata Aziza'ya karşı en baştan beri ön yargılı değil, çünkü çocuklar böyledir, saf :) Oysa babaanneden başlayan anne ve özellikle babasıyla devam eden ön yargılı ifadeler hikayenin seyrini gereksiz yere azaltmış geldi. Ön yargı olmalı ama işleyişi daha seviyeli olabilirdi. Böyle bir hikayeye ben "Zaten kız hep bizim evde, şimdi eve bir de annesi damlıyor" ifadesini yakıştıramadım. Neyse ki bu bölüm fazla uzun değil.
Diğer aklıma takılan yer ise 8+ etiketinde ve kapak resmine/konusuna bakınca hayli "neşeli, pozitif" duran bir kitapta bir anda bir ölüme rastlamamız. Çocuk kitaplarında "salak" denmesine de ölüme yer verilmesine de karşı olan biri değilim; sadece bunun doğru yerde işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çocukları gerçek hayattan soyutlamamak ve farklı hayat hikayeleri ile tanıştırmak bence de önemli. Kitapta yer alan bu detaydan sonra bence çocukların kafasında soru işaretleri oluşacaktır, belki bu kitaptan sonra okudukları hakkında konuşmak güzel olabilir.
Aziza'nın babasının ortadan kaybolmasının sebebi ve annesinin para kazanmak için diğer çocuklarını Fasta bırakıp Aziza'yı alıp İtalya'ya gelmesi aslında oldukça trajik bir hikaye.
Beata ve biz okuyucular şunu anlıyoruz: Dünyada çok farklı yaşamlar var! 
Aziza, "sevilen" demek, Beata ise "insanları mutlu eden".
Ben bu hikayeyi aklıma takılan iki nokta olsa da sevdim.
Kitabın adı, siyah beyaz resimleri ve hikaye gerçekten güzel.
Ben şimdi Marina'nın yerinde olduğumu düşünüp kütüphane hayallerime döneyim ya da en güzeli tatlı bir arkadaşımla "yaşam öyküsü" projesine başlayayım :)


*Tam emin değilim ama domuz salamı yemeyen Aziza'nın müslüman olduğundan bahsediliyor ancak Aziza, rahibelerin olduğu yurtta kalıyor. Bu ifadeyi ben mi anlayamadım acaba yoksa Müslüman ülkelerde "rahibe" farklı mı anlam taşıyor?

Ben ve Sen
Özgün Adı: İo Sono tu Sei
Yazan: Giusi Quarenghi
Resimleyen: Giuditta Gaviraghi
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay
Yaş Grubu: +8
Günışı Kitaplığı, 2015, 80 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

6 Nisan 2016 Çarşamba

Böcekler İçin İlkyardım Merkezi / Doğabilimci Profesörün Heyecanlı Yolculuğu / Guido Sgardoli

4 yıllık blog hayatımın en uzun başlığını sanırım az önce yazdım. İki kitaptan bir arada bahsetmesem olmayacaktı, ben de tek bir yazıda tatlı Camilla ve veteriner babası hakkında düşüncelerimi yazayım istedim.
İlk kitap benim için biraz hayal kırıklığı oldu açıkçası, hatta Goodreads puanım 5 üzerinden 3. İçimden de diyorum "Sgardoli Abi sen ne yaptın böyle?" Neyse ki ikinci kitapta beklediğim toparlamayı yaşadım.
Her iki kitabın YKY tarafından basıldığını baskı kalitesinin güzel olduğunu ancak ilk kitabın redaksiyon işleminin sanki biraz özensizce olduğunu hissettim.
Sgardoli ile şu kitap ile tanışmıştım, "Var Mısın Yok Musun" ile devam etmiştim, bu iki kitap da biraz çerez oldu :)
Goodreadste yazarın başka kitaplarını da gördüm, umarım yakında çevirileri olur. Pegasus Yayınlarından çıkan bir seri kitap daha var ama onlar hayvanat bahçesinde geçiyor sanırım. Ben de bu tarz hikayeleri okuyamıyorum. Belki bambaşka bir şey anlatıyordur bilmiyorum ama hayvanların bir yere kapatılması ile ilgili olan hikayeler en başta itiyor beni.
Gelelim böcekbilimci tatlı Camilla'ya :)
İlk kitapta hikayeyi çok zayıf buldum oysa ki arka kapağı okuyunca baya meraklanmıştım:
"Böcekler çok küçük ve çirkindir. Herkes acımadan onları ezmekte ya da üstlerine zehirli ilaçlar sıkmaktadır. Ama onların da yaşamaya hakkı vardır! Ve bir anneye..."
Veteriner Dario Pistolazzi bir gün hayvanların takıntılı sahipleri yüzünden işinden çok bunalır ve işine ara vermek ister. Annesini küçük yaşta kaybeden Camilla'nın ise en büyük merakı tatlı böceklerdir ve bu böceklerin yardıma ihtiyacı vardır.
Sevimli bir hikaye ancak zayıf bir kurgu olunca okurken çok keyif almadım.
İkinci kitapta ise arayı kapattım ve Doğabilimci Profesör ile maceradan maceraya atıldım. Bazı yerlerdeki abartılı durumları yadırgamadım hatta okurken çok eğlendim.
İlk kitapta özellikle böceklerin dünyasına yakından bakınca onlardan pek de hoşlanmadığım zamanları düşünüp kendimden utandım. Zarar vermeyi elbette istemem ama evde amansız karşılaştığım minik misafirleri daha mutlu olacakları doğaya bırakmaktan da geri duramam. Keşke Camilla gibi olabilseydim, o zaman dün yolda rastladığım solucandan biraz daha dans dersleri alabilirdim :)
Çocukların kıkırdayarak okuyacaklarını tahmin ediyorum özellikle de Yarabandı'nın azmine hayran kalacaklardır.
Ve bir gün Sgardoli Abi ile tanışıp onunla çocuk kitapları, böcekler, hayvanlar, İtalya hakkında sohbet sohbet edebilmeyi diliyorum :)




Böcekler İçin İlkyardım Merkezi
Özgün Adı:Pronto Soccorso Insetti
Yazan: Guido Sgardoli
Resimleyen: Andrea Rivola
Çeviren: Yelda Gürlek 
Yaş grubu: 9+
YKY, 2014, 149 sayfa, karton kapak

Doğabilimci Profesörün Heyecanlı Yolculuğu
Özgün Adı:Lucillo Visberghi di Colle Ombreggiato naturalista 
Yazan: Guido Sgardoli
Resimleyen: Andrea Rivola
Çeviren: Yelda Gürlek 
Yaş grubu: 9+
YKY, 2015, 131 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

1 Nisan 2016 Cuma

Var Mısın Yok Musun / Guido Sgardoli

Üniversitedeyken bir yıl boyunca Veteriner Fakültesinin içindeki yurtta kaldığım için oda arkadaşlarım ve yurttaki arkadaşlarım veterinerdi. Bazılarının ilk senesiydi ve at, eşek, inek vb'nin  tüm kemiklerinin Latincesini ezberlemeye çalışıyorlardı. En zor dersleri anatomiydi, şanslılarsa (ben değil tabii ki, kokusu fenaydı) kemik bulup odaya getirir ve yerinde inceleme yaparlardı. Tıp Fakültesi zor bir bölüm ama bana veteriner olmak daha da zor gelir tüm bu sebeplerle. Hayvanları sevmeyeyine pek denk gelmedim ama tüm hayvanları (istisnasız) böğrüne basmak isteyeni ile oda arkadaşı olmak da oldukça eğlenceli oldu aslında. Şimdi neler yapıyordur bilmiyorum, en son haber aldığımda tropik hayvanlarla ilgili doktora tezi yazıyordu Almanya'da. Sgardoli'nin hayat hikayesini okuyunca ve aslında veteriner olduğunu duyunca aklıma o yıllar ve oda arkadaşım Burcu geliyor.
Sgardoli'nin şimdiye kadar sadece 2 kitabını okumuş olsam da kendisini çok sevdim ve hiçbir kitabında hayal kırıklığı yaşamayacağımı hissettim, ikincisi de hikayelerinde hayvanları ele alış şekli çok hoşuma gitti. ("Böcekler İçin İlk Yardım Merkezi" kitabına dün gece başladım, bu yorumlarımı 3 kitaba genelleyebiliriz :)
"Dünyanın En Acayip Hayvanı"aslında Sgardoli'ye başlamak için pek doğru bir kitap değil, nicelik olarak pek bir şey vaat etmiyor, sadece 48  sayfa. O yüzden de ikinci kitap olarak gençlik romanını seçtim. Napoli Romanlarından hemen sonra okumam ise güzel denk geldi.
Napoli Romanlarında Lenu ve Lila vardı, iki kız arkadaş ve hikaye çoğunlukla Napoli'de geçiyordu.
"Var Mısın Yok Musun" kitabında ise Franz ve Gabri isminde 16 yaşında iki genç var ve hikaye Bologna'da başlasa da İtalya haritasını açıp merakla "neredeler" dedirtecek kadar yolda geçiyor :)

Kitap benim için yine çok verimli bir okuma sağladı. İçinde güzel alıntılar, altı çizilesi cümleler ve yer yer öyle komik sahneler/ifadeler var ki gerçekten kahkaha attım. Elif olsa "ne oldu anne" derdi :) (Ağlayınca veya çok gülünce merak edip soruyor)
İlk alıntı ile başlayayım:
"Arkadaş, hakkında bildikleri hoşuna gitmese de, seninle ilgili her şeyi bilendir." / Elbert Green Hubbard
Kitap boyunca iki arkadaşın yolda başlarına gelenleri okusak da aslında bu bir 'arkadaşlığın yolculuğu' hikayesi. Yaşananların onları zaman zaman Thorn Endeksi ile sıkıştırması veya bocce oynar gibi yuvarlaması mümkün olabiliyor.
Nasıl'ını anlatmadan önce iki karakterden biraz bahsedeyim:
Franz, yüzmeyi (tam 70 tur) ve matematiği çok seven biraz da içine kapanık bir çocuk. Baba Aristide de yalnızca ak ve kara düşünebilen bir adam ve anne de 'on' / 'off' konumunda evden dışarı çıkmadan dondurulmuş gıdalarla hayatını yaşayan bir kadın olarak resmedilmiş. (günümüz ebeveynlerine güzel göndermeler var)
Gabri ise Franco'nun tam zıttı. Ya da onların deyimiyle: toplandıklarında doksan dereceye ulaşarak birbirini bütünleyen açılar gibiyiz; farklı ancak aynı yöne akan.
Spiga Ailesi bol hayvanlı bol çocuklu bir aile, onlardan biri de bizim Gabri.
Gabri, Napoli Romanlarındaki Lila'ya çok benziyor. Başına buyruk ve Franz'ı peşinden sürüklüyor.
Arkadaşlık ilişkilerinde bu kadar dengesiz bir ilişki normalde beni rahatsız eder ama Franz (ve tabii Lenu) zaten buna gönüllü görünüyor.
Bir gün Gabri'nin aklına şahane bir fikir gelir, Jack Kerouac'ın 'Yolda' kitabındaki iki arkadaş gibi Franzla yola çıkmalı ve yalnız başlarına seyahat etmelidirler.
Kitap tam da bu yolculuğu anlatıyor.
Okurken çoğu yerde ben de Franz gibi geri dönmeyi hatta Matilde'nin ananesinin evinde yaşlılarla beraber kalmayı düşündüm ancak Gabri'nin iteklemesiyle varılacak nokta olan Trasimero Gölü'ne bir şekilde varmayı başardım(k).
Yolda başlarına neler geldiğini yazmayayım ama o kadar çok"pişmiş tavuğun başına gelmeyecek" şeyler oluyor ki onlar adına üzülmüyor, çoğu yerde kahkahaları patlatıveriyorsunuz :)
"Üç kaz, bir kız, iki kader kurbanı ve bir köpek: roman konusu olabilecek iyi bir malzeme" 

Var Mısın Yok Musun, özellikle iki konuda oldukça etkileyiciydi:
1. Arkadaşlık.
2. "İçeride olmak":
"Her birimiz için, az ya da çok uzak, az ya da çok gizemli bir 'içerisi' olduğunu düşünüyorum."

Sgardoli'nin oldukça akıcı bir dili var ve bu kitapla beraber İtalya hakkında yepyeni şeyler öğrendim. Bunda kesinlikle çevirinin ve çevirmen Nilüfer Uğur Dalay'ın başarısı var. (Bloga henüz yazamadım ama Kuyruklu Yıldız Eken Adam'ı okurken de benzer şeyler hissetmiştim.)

Bataklığın kaygan kumlarında başlayan bu arkadaşlık, yolculukla beraber bir imtihandan geçer, acaba bu iki arkadaşı bir arada tutmayı İbej Bebekleri başarabilecek midir?

Son zamanlarda nasıl ve neden bu kadar çok kitaba gömüldüğümü düşündüğümde cevabı bulamamıştım. (hayattan koptum biraz) meğer cevap da bu kitaptaymış:
" Kimi zaman, bizi çevreleyen gerçeklik hoşumuza gitmiyorsa, kitap her derdimize deva olabilir." 

Bu hikayeyi Türk bir yazardan okusaydık bence Matilde yeniden sahneye çıkar, Gabri'nin çalışma hayatıyla ilgili söyledikleri biraz daha yumuşak anlatılır ve hikayenin sonu illa ki arkadaşlık vurgusuyla biterdi.
Öz eleştiri yapmak gerekirse yabancı yazarların konulara daha rahat yaklaşmalarını seviyorum. Andersen Ödüllü Sgardoli'nin peşini bırakmaya da niyetim yok :) Umarım ON8 Yayınevi Sgardoli ile bizi buluşturmaya devam eder.



Var Mısın Yok Musun
Özgün Adı: O sei dentro o sei fuori
Yazan: Guido Sgardoli
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay 
Yaş grubu: 12+
ON8 Kitap, 2011, 253 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

Mart Ayı Okumalarım :)

Bu ay okuduklarımdan çok keyif aldım. Napoli Romanları Serisi ise sadece bu ay için değil uzun zaman etkisinde kalacağım kitaplar oldu. Sgardoli ile devam etme kararı aldım zaten, inşallah Nisanda da İtalya ile devam etmeyi düşünüyorum. 
Mart ayının ilk kitabı Joan Aiken'den:
Bu kitap hakkında bloga detaylı yorum yazamadığım için üzüldüm. Yazarın 1924 doğumlu olduğunu kitaptaki bazı cümlelerden anlamıştım. O kadar muzip ki, kitabı kıkırdayarak okudum. İçinde 8 tane öykü var, benim favorim: Üç Gezgin.  Yazarın diğer kitaplarını da okumayı çok isterim. Kitapçıda gezerken keşfettiğim bir kitap olduğu için de ayrıca mutluyum.

Bu kitap hakkında taslaklardaki yazımı er geç tamamlayıp yayınlarım :) Colas Gutman'ın Rose ve Çocuk kitaplarını da çok sevmiştim. Feride'nin kızı Saliha'nın eğlenerek okuduğunu duyunca hemen aldım, Salihayla zevklerimiz pek uyuşuyor :) Kısacık bir öğle arasını neşelendirecek keyifli bir kitap.
Burada yazmıştım, yazdıktan sonra da Sgardoli'nin tüm kitaplarını aldım. Ancak ne yazık ki henüz okumadım, sebebi de az sonra aşağıda :) Güncelleme: Mart ayına son dakikada bir Sgardoli daha ekledim :)
Çukurlar kitabını da er ya da geç bloga yazacağım için çok detaylandırmıyorum ama sonu haricinde beni genel olarak tatmin etti kitap. Sacher'ı Yamuk Okul hikayesi ile tanımıştım(sadece ilk kitap var elimde ne yazık ki, baskısı yok) Çukurları ise Goodreadste devamlı görüyordum. İletişim Yayınları beni yine şaşırtmadı. Hemen ardından filmini de izledim, Banu'nun dediği gibi film gerçekten güzel bir uyarlama olmuş.



Vay be! demek istiyorum. Elena Ferrante hayatımın 2016 Mart ayında rüzgar gibi geldi geçti. Ard arda okudum hepsini. İlk kitaptan sonra 2. kitabı (normalde yemem) tırnaklarımı yiyerek bekledim, o arada da Çukurlar'ı okudum. Detaylı yorumumu ayrıca yazacağım ama Nurşen Abla "çok satanları/ gündemdeki kitapları okumam ama Napoli Romanları'nı okuyun" demeseydi, ben bu seriyi uzun süre okumazdım. Kitap beni sahiden çok etkiledi, buraya da yazdım.
Sgardoli'nin okuduğum ikinci kitabı oldu. Tek günde bitirmiş olmamın da etkisiyle hikayenin bayağı içinde yaşadım. Pek güzel bir gençlik romanı olmuş. Devamını yorum olarak yazayım. Sgardoli kalp ben bundan sonra :)
Bu ay başlayıp da bitiremediğim (tüm suç Ferrante'de) kitaplar da şöyle:

Rodari'yi seviyorum ama bu kitap biraz yanlış zamanda elime geçti, 65 sayfa ancak okudum, umarım devamını da okurum :)
Baskısı olmayan bu kitabı canım Serra bana bulup göndermiş, büyük bir heyecanla başladım ancak aklım Napoli'de olunca onu araya sıkıştırmak istemedim. Okuduğum kadarıyla çok sevdim.
Devamını oku »

9 Mart 2016 Çarşamba

Ocak / Şubat 2016 Okuduklarım

Her bir kitabı buraya tek tek yazmaya niyetlendiysem de olmadı.
Yapamadım.
Ben de en azından ne okuduğumu yazayım, birkaç satır da olsa fikrimi belirteyim ki unutmayayım hislerimi.
Önce Ocak ile başlayayım.
Yılın ilk kitabı benim için öğretici olan / hayal kırıklığı da yaşatan "Denizin Dibindeki Ev" idi. Yorumum burada. 
İkinci kitap, Aralık ayında başladığım Riko ve Oskar'ın 3. kitabı Çalıntı Taş oldu. Steinhöfel ile ilgili detaylı yazım taslaklarda sürünüyor ve ben ona baktıkça üzülüyorum. Ah bir yazsam ne iyi olacak.
Ve bir diğer Steinhöfel kitabı ile devam ettim Ocak ayına:
Yazarın ilk kitabı olduğunu okuduktan sonra fark ettim. Bu kitabı sadece piknikli bölümde makarayı koyvermek ve "sanırım şimdi altıma kaçıracağım" demek için bile okuyabilirsiniz. Kitabın genelini ben çok sevdim ancak yazarın bu kitabı Riko'dan çok önce yazdığını okurken hissetmiştim.Kapağına bayıldım!
Sepulveda'nın bu kitabını 2. kez okudum. Yine çok sevdim. Zorba isimli erkek bir kedinin bu "anaç" halleri gerçekten okunmaya değer. (yorumum burada) Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü'nü BDK'da yazmıştım.

Gazeteci Çocuk hakkında detaylı yazmıştım burada. Amerikanvari havası fazlaca hissedilse de konuşma bozukluğu üzerine yazılmış güzel bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Veee gelelim Kipri'ye. Tam bir öğle arası atıştırmalığı kendisi! Pek neşeli pek keyifli. Yorumumu da buraya yazmıştım.

ŞUBAT AYINDA OKUDUĞUM KİTAPLAR
Bu ay biraz daha İran Edebiyatı üzerine düşünme imkanım oldu :) Reçel Kavanozu Kermani'nin okuduğum ilk kitabıydı (sanırım sonuncu olacak) Yazarı tek kitap üzerinden değerlendirmeyi pek doğru bulmasam da Reçel Kavanozu ile bir hayli sıkıldığım için yazarın diğer kitaplarını okuma isteği bende hiç uyanmadı ne yazık ki.
Veee gelelim Şubat ayının en güzel okumasına: Özgürlük Hapishanesi. Detaylı bir yorum yazmıştım hakkında. Geçen gün aklıma bir şey geldi ve bunu nerede okuduğumu düşündüm. Sonra hatırladım: Mişraim'in Katakompları isimli bölümde geçiyordu diye. Ende'nin Momo'su şüphesiz harika bir kitap. Çok daha az bilinen "Özgürlük Hapishanesi" ise bence yazarın baş yapıtlarından sayılabilir. Sahafta peşine düşmeye değer!
Türk yazarlardan pek fazla kitap okumuyorum derken bir anda karşıma "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" çıktı, burada da yazmıştım okuma maceramı. Filmini internetten izleyemedim telif hakları sebebiyle. DVD'sini bulursam kaçırmam artık. Çok merak ediyorum bu kitabı nasıl senaryolaştırdıklarını. İletişim Yayınlarının son dönem çıkan kitapları özellikle heyecanla okunuyor :)
Benim için hayal kırıklığı olan bir kitaptı: "Başka Zaman Kütüphaneleri". Hakkında yazı yazacaktım ama fırsatım olmadı. Hazan çok sevince merak etmiştim. Belki yanlış bir dönemime denk geldi veya Özgürlük Hapishanesinden sonra cidden çok "hafif" geldi, bilmiyorum ama ben kitap hakkındaki çoğu olumlu görüşün aksine kitabı sevmedim. Hatta itiraf edeyim, "boşa geçirilmiş bir zaman dilimi" olarak yorumladım. Konu güzel ve değişik evet ama konunun işlenişi o kadar sığ ki. Yazarın sonraki hamlelerinin tamamını doğru tahmin ederek okumak bana keyif vermedi. Hikayelerin sonu şaşırtmadı ve hatta şişirilmiş bir kitap olduğunu düşündüm."Gece Kütüphanesi" bölümünde bir gece kütüphanesi olması fikri hoşuma gitti. KKK bana Adana'da Nöbetçi Kütüphane olduğundan bahsetmişti, onu hatırladım. İçinde "kütüphane" kelimesinin geçmesi kitapta tek hoşuma giden şey oldu desem abartmış olur muyum bilmiyorum :)
Bu kitaptan sonra zaten bir müddet canım kitap okumak istemedi. Daha doğrusu elime hangi kitabı aldıysam 10. sayfadan öte gidemedim. Ve bu döngüyü "Seçilmiş Kişi" ile kırdım, çok şükür. Hakkında uzunca yazmak istemiştim ama olmadı. Buraya bir şeyler yazayım. Bu kitabı bana iş yerinden bir arkadaşım hediye etti. Aradan geçen zamanda -kapağı sebebiyle- hiç ama hiç ilgimi çekmedi kitap. Okuyamama döngüsündeyken şöyle bir elime alınca da bırakamadım. Meğerse oldukça akıcı bir dili olan, güzel bir distopyaymış. (hiç söylemiyorsunuz :) Kitap, favorilerim arasına girmese de konu, kurgu, dil açısından beni tatmin etti. "Seçilmiş Kişi" çevirisinin doğruluğundan ("the giver") emin değilim. Kitaptan sonraki ütü seansıma filmini ekledim. Film, vasatın altındaydı. Goodreads yorumlarına bakınca kitabı çok sevenler ve hiç sevmeyenler olduğunu gördüm. Ortası yok gibiydi :) Goodreads'in faydası olarak da (anlayabildiğim İngilizcemle) kitabın alt metinlerine ilişkin değişik yorumları okudum. Kitabın bir klasik olduğundan, Platon'un Devlet kitabından ve hatta Matrix'ten bahsediyorlar. Kitaptan daha çok hakkında yazılanlar ilgimi çekti :)

Goodreads'i bana aylar önce Gözde söylemişti ama ben pek anlayamamıştım işleyişini ve cepten de girememiştim okuduğum kitapları. Şu an en sevdiğim sosyal medya mecrası oldu. Benim hesabım 2balik. Darısı Mart ayında okuduklarımı yazmaya :)

* Şubat ayında başlayıp bitiremediğim bir diğer kitap da Lizbon'a Gece Treni. Bu içsel yolculuğu son dönem havam kaldırmadı ama kitabın okuduğum ilk 60 sayfasını çok sevdim.Umarım bir gün tamamını okurum :)
Devamını oku »

8 Mart 2016 Salı

Özgürlük Saatleri /Dünyanın En Acayip Hayvanı / Guido Sgardoli

Dünkü yazıdan sonra kendimi maşallah çok daha iyi hissetmeye başladım.
Belki bu değişimin içinde olmak hoşuma gitti, bilmiyorum.
"yeni kitap almayacağım" sözümü yutalı çok oldu ve bir daha böyle bir söz vermemek için kendime söz verdim :)
Kitaptan bahsetmeden önce bugünden bahsetmem lazım, yoksa bu yazı eksik kalır.
Geçenlerde internet üzerinden kitap siparişim için sitede biraz dolanırken dikkatimi bir kapak çekti. Kitapçıda olsam kitabı elime alıp detaylıca incelerdim ancak öyle bir şansım olmayınca kitabı sepetime attım hemen. (tüketim toplumu olmanın bu yönünü gerçekten sevmiyorum. ama bazen de iyi oluyor. bu konuda kararsızım)
Siparişim büyük bir kutuda gelince çok heyecanlandım (unutkan ben). Sanırım en çok merak ettiğim kitaplardan biriydi "Dünyanın En Acayip Hayvanı". Kapaktaki kızın tek gözünü kırpmış, dili dışarıda hali beni resmen yaramazlığa davet ediyordu. Öğlen hemen okuyayım diye çantama attım.
Sabah iş yerime geldiğimde de şunu fark etmiştim: telefonum karabalıkla beraber gitti.
Hiç üzülmedim aksine bana bir rahatlama geldi.
Sanki tutsakmışım da bunun farkında değilmişim gibi.
Sorun şu ki whatsuptan haberleştiğim insanlar vardı. (1 gün haber alamazlarsa polise gidecekler sanki :P ) Aklıma hemen Feride geldi, bugün kargoya gidecek ve benden haber bekliyor, amanın. Neyse ki mail diye bir iletişim aracı var. Sabahtan niyetim öğle arası için simit ayran eşliğinde piknik-yürüyüş-kitap okuma aktivitesi vardı .
Öğlen iş yerinden çıktığımda değişik hissettim.

- Etkinlik detayları için Selcen'i arayacağım.
- Telefonum yok!

- Aa ne güzel bir ağaç, fotoğrafını çekeyim.
- Telefonum yok!

- Saat kaç oldu ki, işe geç kalmayayım.
- Telefonum yok! Saatim zaten yok!

İyi o zaman, dedim. Yoluna devam et, günün tadını çıkar, saati de unut. (erkenden dönmüşüm zaten peh :)

İşte bundan sonra keyifle kitabıma gömüldüm. (simit de Yasemen canın çekmesin ama fırından yeni çıkmıştı :)
Bu ara "Televizyona Düşen Çocuk Gip" okuyorum- ki araya kitap almaktan bitiremedim onu da- bir de ne göreyim Sgardoli de İtalyanmış. Bak şu işe! (ckk anladın sen onu :)
Kitaba başlamadan önce mutlaka yazarın özgeçmişini okurum. Sgardoli'nin veteriner olması bir hayli ilgimi çekti. "Hayvanlara duyduğu sevgiyi, sözcüklere ve onların oluşturdukları biçimlere olan tutkusuyla bütünleştirdi. Okumanın kendisine yetmediği zamanlarda da yazmaya koyuldu." Bu cümle çok hoşuma gitti. Yazarın dünyasını daha da araştırmalıyım diye notumu aldım ve ithaftaki "Gerçek Miriam'a" notuyla kitaba başladım. Kısacık resimli bir hikayeyi öğle arasının keyif zamanına bırakmakla ne kadar doğru bir şey yapmış olduğumu da anladım. (hatta sırf bunun için kendime yeniden sipariş listesi hazırlıyorum, bitirince paylaşabilirim, 1 solukta okunabilir çocuk kitapları diye)
"Dünyanın En Acayip Hayvanı" son sayfasına kadar heyecan ve merak dozunu hiç kaybetmeden ilerliyor. Miriam'ı zaten çok sevdim. Annesinin kardeşini emzirdiği bölümün resimlenmesini de açıkçası takdir ettim. (her ne kadar bu paylaşımın özel olduğunu düşünsem de bazı tabuları da yıkmak gerek)
Kitap, gecenin bir vakti iki atın çektiği bir arabayla şehir meydanına gelen adamın hikayesi ile başlıyor. Şehir meydanına ertesi gün sarı mavi çizgili koca bir çadır kuruyor ve içeride "Dünyanın En Acayip Hayvanı"nı sergiliyor.
Yalnız bu işte bir tuhaflık var çünkü bu sergiye insanlar birer birer girebiliyor ve dışarı çıkan herkes bu acayip hayvanı farklı tanımlıyor.
Kitabın bu bölümleri oldukça neşeli, her cümleden sonra kendimi tahmin yaparken buldum:
- Afrikadan mıymış? Fil mi?
- Kocaman mıymış? Ne olabilir ki?
- Eczacı da mı görmemiş? Çatlayacağım, ne ki bu hayvan?

Kitabın sonu ve Miriam'ın Dünyanın En Acayip Hayvanı'nı görme çabası bence gerçekten çok güzeldi. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle işe döndüm. Telefon yanımda olsa o an'ı blogumla paylaşabilirdim. Ama bu hali de çok güzel oldu çünkü o an "asla unutmaman gereken"ler bölümüne kaydedildi. "Sil Baştan" filminde bir karakter olsaydım, bu bölümü de korumaya alırdım  :)
Kitabı 7-8 yaşlarında bir çocuğun gözüyle yeniden okumaya çalıştım (ne kadar başarabildim tabii bilmiyorum) ve o haliyle de kitabı çok sevdim. İkinci okumada yine heyecanlandım :)
Yazarın diğer kitaplarını farkında olmadan sepetime atmış ama son anda vazgeçmişim. Şimdi bekle  bakalım Esoş diğer kargoyu :)
Hatta şu an aklıma geldi, ben bir yazar okuması yapayım Sgardoli'den, off ne heyecanlandım şimdi, kargo falan bekleyemeden ilk kitapçıya koşasım geldi.
Haydi sonra görüşürüz!
:)

Dünyanın En Acayip Hayvanı 
Özgün Adı: La piu straordinaria bestia del mondo
Yazan: Guıdo Sgardoli
Resimleyen: Roberto Lauciello
Çeviren: Filiz Özdem
Yaş grubu: 7+
YKY, 2016, 48 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

13 Şubat 2016 Cumartesi

Elif'in Kitaplığı -2

İlkini tam 1 sene önce yazdığımı az önce fark ettim. "Hey gidi zaman" dedim hatta. Elifin o zamanlar kitaplara verdiği tepki çok farklıydı, dikkatle dinler, şaşırır, güler,eğlenirdi (pasifti).Şimdi ise hangi kitabı istiyorsa onu kapıp kucağıma yerleşen, sıkıldıysa "bittiii" diye kitabı hızla kapatan oldukça aktif bir Elif var,maşallah :)
Bu bölümde kalın sayfalı olan kitapları bir arada olsun istedim. Ne yazık ki birkaç örneğin dışında bu seri daha çok hikayesiz kitaplardan oluşuyor. Daha çok öğretme amacı var diyebiliriz aslında.
Kitaplar konusunda yeni bir düzenleme yaptık. Odasındaki kitaplıkta bulunan kitaplar karışmaya başlayınca odasına 2 adet raf koyduk, Elif de buna bayıldı.


İlk raftakilerden pek bahsetmeyeyim, bu tarz hikayeli kitapları bir sonraki yazıya bırakayım ama "Başka Bir Anne" Elif'e karnımdayken okuduğum son kitap olduğu için çok özel :)
İkinci rafta iki kitabın ortasındaki zürafayı tatlı bir arkadaşım Elife hediye göndermişti, Elif yemeğe,oyuna hep onu da yanında götürüyor, yeni kankisi diyebiliriz :)
İş Bankası yayınlarının kitapları bence açık ara bu kategorinin en iyilerinden.
"İzle Beni" kitabını küçükken okuduğumda sadece dinliyordu, şimdi ise parmağıyla yolu takip etmeye çalışıyor.
"Oyun Kitabım", Gece Bahçesi serisinden olduğu için almıştım, ebatıyla bence ters orantılı bir şekilde işlevi. Favorimiz değil.
"Renkler" kitabı da iyi güzel hoş ancak tam olarak anlayıp seveceği ay grubuna gelmedik sanırım.
"Kim Möö Der" kitabını yeni aldım sayılır, değişik bir kitap. Bence işlevsel ve tasarımı güzel düşünülmüş. Elif henüz ısınamadı.
"Pisi Kedinin İlk Kelimeleri" kitabının büyük boyutlu olması ve renkleri güzel ancak resimleri Elif pek anlayamıyor. Başka bir kitapta rahatlıkla bulabildiği nesneler burada ona pek bir şey ifade etmedi. En sondaki aydede çizimlerine aşık, zaten aydedenin kendisine de aşık :)
"Hayvan Yuvaları" ise bence çok başarılı bir kitap, Elif için erken olduğunu tahmin etmeme rağmen alamıştım, içindeki kapakları açmayı seviyor ancak kitabı hakkıyla okuyabilmesi için biraz daha zaman var:)
Hareketli Kitap serisi sanırım en başarılı seriden biri. Çeşidi çok, şimdilik bizde sadece 5 tane var ama 5. kim bilir nerede :) İngilizce basılı olarak "bookstore"olanını görmüştüm. Türkçeye çevrilmesini heyecanla bekliyorum. (İngilizcesini alabilme fırsatını kaçırdım, bulamıyorum)
Oyun Saati olan kitaptaki Ömer ne yazık ki uzun süredir atında sallanamıyor, Elif kopardı onu. 22 aylık olmasına rağmen kitapları yırtma eğilimi ve isteği pek geçmedi zaten :(

Sözcükler konusunda "Renkler Şekiller Sözcükler" isimli kitap, bence harika.  Bazıkelimeleri neden koyduklarını anlayamasam ve resimler tuhaf gelse de boyutu sebebiyle Elifin favorisi. İçindeki kedi ve köpeği her seferinde öpüyor, çok tatlı :)
Sol üstteki kitap ise biraz daha cep-araba boyunda.
Minik kitaplar da fena değil, İngilizceleri bize hediye gelmişti, Eric Carle çizimleri gerçekten müthiş.

Oyun Bahçesi kitabına bebekken çok daha ilgiliydi, şimdi pek az vakit geçiriyor.
Neşeli Hayvanlar Eliften ziyade benim daha çok sevdiğim bir kitap :)

Küçük & Sevimli Dostlarımız kitabı Elifin bana 2358741 kere okuttuğu bir kitap. İçindeki kedi ve köpeğin canlandırmasını yapmama çok gülüyor. Tırmanmaya, yalanmaya çalışıyorum, çok eğleniyor tabii sıpa :)
Çiftlikteki Hayvanları ikimiz de çok seviyoruz.
Siyah ve Beyaz ile en fazla 3 dakika vakit geçiriyor Elif.
Kelimeler kitabı da güzel ancak favorimiz değil.
Sıcacık Buz Evi, FKS'nin oldukça uygun fiyatlı satılan bir kitabı.Tasarım daha iyi olabilirmiş ama Elif "tık tık tık"lamayı çok seviyor.
Bebekliğinden beri çok sever Elif bu kitabı.  Keşke Elmer serisi yeniden basılsa...
Pöti Kare yayıncılık bildiğim kadarıyla birkaç yıl önce kuruldu. Tasarımı farklı kitapları var, bizde sadece bukitabı var ama genel olarak kitapçıda görmekten mutluluk duyduğum bir seri.
Avusturya tatilinde tamamen kendimi tatmin amaçlı aldığım bu kitabı Türkçeye de çevirttim :) Baskısı o kadar güzel ki,Elif sevmese de olur, ben seviyorum yetmez mi :)
Veee sona sakladığım Elifin şu ara en favori kitabında sıra: Harr Harrr :)
5 adet hayvanın sesini kapakçıkları kaldırınca duyabiliyorsunuz, güzel bir kitap ancak fiyatı bana çok geliyor. Kitapları fiyatına göre değerlendirmeyi pek sevmem ama başka çocuklar sokakta aç gezerken birkaç hayvan sesi dinleyeceğiz diye bu kadar para verilir mi? Bilmiyorum. Elif'e aldığım tek sesli kitap.
İşin aslı nitelikli kitaplardan daha önemli olan şey, sanırım, bu kitapların Elifle birlikte güzel vakit geçirmemize olanak sağlamaları.
Evimizde televizyon veya tablet yok ancak bilgisayar ve cep telefonu var. Yanında hiç kullanmasak da günlük 30-40 dakika youtube'dan şarkı vs. açıyoruz, çok şükür "bittii" diye sıkılıp kapatıyor Elif, umarım böyle devam eder.
Kitapların tadını alarak büyümesini çok isterim...

Çok acayip tatlı bir site keşfettim, işin aslı keşfetmedim, sitenin sahibi tatlı Sima söyledi, çünkü biz arkadaşız ve insan çocuk kitapları hakkında paylaşımlar yapabildiği arkadaşlarına sıkıca sarılmalıdır :)

Devamını oku »

11 Şubat 2016 Perşembe

Özgürlük Hapishanesi /Michael Ende

Canım mektup arkadaşım Şirin'e bir mektubumda, "unutamadığın, çok sevdiğin kitaplar neler?" diye sormuştum, o da cevaben "Özgürlük Hapishanesi" demişti. Notlarıma ekledim ama baskısı olmayan bir kitap olunca çok da üzerine düş(e)medim. Şirin'in bir sonraki mektubunun içinden (ya da tam tersi) bu kitap çıkınca çok şaşırdım ve çok da sevindim.
Ende, herkesin bildiği/tanıdığı/sevdiği Momo'nun yazarı. Elimde henüz okumadığım birkaç Ende kitabı da var ama Özgürlük Hapishanesini duymamıştım. Kapaktaki görsel ilgimi çekti; ancak hemen okumadım. Doğru zaman, kendiliğinden geldi :)
İçinde farklı hikayeler olan kitapların bir yerde bağlanmasına alışkınım ve bu tarzı da severim. Bu kitapta ise 8 farklı hikaye var ve benim gördüğüm kadarıyla ortak bir yerde de buluşmuyorlar, tek bir şey dışında... (onu da söylemeyeyim tabii :)
kapak, çok güzel değil mi?
İlk hikaye -Uzun Bir Yolculuğun Sonu- o kadar akıcıydı ki adamın aradığı şeyi bir aşkta bulacağına inanıyordum, hani klasik güzel bir hikaye. Hatta içinde tablo benzerliği sebebiyle Kürk Mantolu Madonna bile var denebilirdi. Adam, sonunda aradığı şeyin ne olduğunu buldu mu kısmını yazmayayım ama onun aşk olmadığını paylaşmakta bir sakınca görmüyorum.
"Peki ama bu sözcük ne anlatır: Anı? Üerine kurduğumuz bilinç ne kadar da yıpranmış. Daha biraz önce söylenmiş, okunmuş, yapılmış olan şey hemen sonra gerçek değildir artık. Yalnızca bizim belleğimizde var olan bir şeydir ve bütün yaşamımız, hatta bütün dünyamızböyledir. Gerçek diyebileceğimizşey, o sonsuz küçüklükteki şimdiki zaman anıdır yalnızca ve o da bizonu düşünmek istediğimizde çoktan geçip gitmiştir.Otuz, yüz ya da bin yıllık hazır bir anıyla daha bu sabah, bir saat önce, bir saniye önce doğmadığımızdan nasılemin olabiliriz? Kesin bilgi diye bir şey yoktur, çünkü anının aslında ne olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyoruz. Ama işin aslı buysa, zaman, bilincimizin zamansız bir dünyayı algılama tarzından ve biçiminden başka bir şey değilse, o zaman niçin ancak yakın ya da uzak bir gelecekte başımızdan geçecek bir şeyin de anısı olmasın?"
Mişraim'in Katakompları bölümünü soluksuz okudum, bir ara Gölge Halkı'nı uyandırmak için kitabı sarstığımı bile söyleyebilirim :)
Düşler Dünyası Gezgini Max Muto bölümü ise bana -yine- Tatar Çölü'nü anımsattı. (kitabı yeniden okuyasım gelmiş sanırım benim)
"ben Max Muto hedefine ulaşmış kimseyi kıskanmıyorum. Yolculuk etmeyi seviyorum."
Özgürlük Hapishanesine başladığımda ise - Şirin'in kalbi tam oradaydı- karşımda bambaşka bir kitabın durduğunu anladım. (Eh, sonunda yani :)
Evet diğer hikayeleri de sevdim ama içinde kendimi en çok bulduğum hikaye sanırım Özgürlük Hapishanesi oldu.
İrade konusunun işlendiği bu hikayeyi okuduğum için mutlu oldum.
Bir ara -kitabın sonunun da bunda etkisi var- gerçekten tokat yediğimi düşündüm, ara ara yazarın okuyucuyla dalga geçtiğinden şüphelendim ama büyük bir çoğunlukta yazarın dil, kurgu yeteneğine ve zekasına hayran oldum. Tek eleştirim, kitapta yer alan birkaç kadın karaktere fazlaca zayıflık verilmiş olunmasıydı,neyse ki bu çok küçük bir detay olarak kalıyor kitabın genelinde.
Vikipedia'dan yazarın hayat hikayesine göz attım  ve aradığımı tam olarak orada buldum. Ailesi ve yaşadığı dönem sebebiyle sanattan, felsefeden çokça etkilenmiş yazar, hayal gücünün zenginliğini savaş yılları, hayatta kalma mücadelesi, sevdiği kadını aniden kaybetmesi, çocukluğu gibi sebeplere bağlayabiliriz. Ya da hepsinden bağımsız sadece hayal kurmayı seven biridir  belki Ende :)

"Sen, henüz güvendiğin bir dost bulamadan
yitik patikalarda bir başına yürüyen,
görmedin mi yolun kenarındaki çiçeği?
Bir insan kalbi açıyor burada, seni anlayabilen.
Bir dost"
Momo'da da aynı şeyi hissetmiştim: Ende, kendinizle ilgili aradığınız şey -her neyse- ona ayna tutmayı çok iyi başarıyor. Kitaplarının neden yeniden basılmadığını bilmiyorum ama benim için sırada "Bitmeyecek Öykü" ve "Cim Düğme ve Lokomotifçi Lukas" var.
Sınırlı dünyamızın ötesindeki sınırsız dünya ile tanışmak isteyenleri şöyle "Özgürlük Hapishanesi" tarafına doğru alayım :) Aytaşı Sarayı'nın bir yerlerinde beni bulabilirsiniz...

* Çeviri oldukça iyiydi bence.
** "Fantastik Roman" kategorisinde olduğu için bu kitap yetişkin romanı denilebilir, ancak çocukları kısıtlamayalım dersek, 16+ da okuyabilir sanki ama ben yaş grupları konusunda kötüyüm, çocuğun kendi kararı olması daha mantıklı :)

Özgürlük Hapishanesi
Özgün adı: Das Gefangnis der Freiheit
Yazar: Michael Ende
Çeviren: Saadet Özkal
Kabalcı, 2014, 256 sayfa, karton kapak





Devamını oku »

4 Şubat 2016 Perşembe

Kipri / Dick King Smith

Bazı kitaplar hep gözünüzün önündedir, hatta onu okumuş gibi hissedersiniz ancak kitaplığınızda bile yoktur. Kipri benim için tam olarak bu kategorideydi. Hayykitap'ın tarzını sevdiğim ve pek de hayal kırıklığı yaşamadığım için tüm kitaplarını okumak istiyorum. Çeviri ve editör ekibi benim açımdan 10 numara, bu ekibin hazırladığı kitapları okurken o kadar sade/temiz bir dil ile karşılaşıyorum ki, arkadaşım olsalar teşekkür edesim var :) Bu kitabın çevirmeni Gökçe Ateş Aytuğ'un "Bugün Aşktan Çok Sıkıldım" isimli iki kitaplık serisini okurken de benzer bir zevk yaşamıştım. Şiirsel Taş ise bence gerçekten ismi gibi "şiirsel" çevirilere imza atıyor. Mucizeleri Saymak, bunlardan sadece biri. (Zincir kitabından beklentim daha yüksek olduğundan biraz tereddüt yaşamıştım.)
Canım Feride bana gönderdiği pek tatlı gök kuşağı kartının yanına meğerse Kipri kitabını da koymuş, zarfı açınca hem çok şaşırdım hem de çok sevindim. Hatta bir an "Aa ben bu kitabı okudum" duygusunu hissettiysem de o hissin yanıltıcı olan "Çok okumak istediğin için okumuş olduğunu zannettiğin kitap" olduğunu hatırladım. Oh :)
Tatlı kiprimiz Azmi'yi ben "Pes Etmeyen Tavuk" Hilda'ya çok benzettim. İkisinin azmine de hayranlık duyup , pes etmeye çok yakın olduğum zamanlarda aklıma onları getiriyorum. Bir de Balık var tabii ama onu nedense yazmamışım buraya. Halbuki beni çok etkileyen bir kitaptır.

Şehir merkezinin dışında, müstakil evlerin dip dibe sıralandığı bir sokakta 5-A'da yaşıyor bu sevimli kirpi ailesi. Bulundukları yerde gayet iyiler aslında ama caddenin karşısındaki parkta leziz mi leziz salyangozlar, solucanlar ve sümüklüböcekler var. Tüm bunlara kim "hayır" diyebilir?
Yalnız küçük bir sorun var: karşıdan karşıya geçebilmek (hem de ezilmeden!)
Doğduğu günden itibaren dikenleri henüz yumuşak ve lastik gibiyken bile parlak bir çocuk olacağı belli olan Muzaffer Azmi Azami'nin Menekşe, Manolya ve Mimoza isminde 3 ablası var. Hikayede bu ablalara fazla yer verilmemiş olmasına üzüldüm, keşke onları da dinleyebilseydik :)
Karakter isimlerinin İngilizcesi nasıl bilmiyorum ama azimli bir kirpiye elbette ki Azmi denmesi pek yerinde, "Azami" nin sebebini ise okuyucuya bırakayım.
Bir "kirpi" neden "kipri" olur sorusunun cevabı da çok basit: Fazla merak kediyi öldürür, fazla azim kirpiyi duvara vurur :) (benim uydurduğum bir atasözü)
Azmi bir gün karşıdan karşıya geçmeye çalışırken yuvarlanır, kafasına darbe yer ve konuşması değişir çünkü "şişi kafalanmış"tır :)
"Eminlikle kesinim" ki ben bu kadar azimli olamazdım.
Korkardım bir kere, adımımı dahi atmayacağımı düşünüyorum.
Ama bizim Azmi, ne pahasına olursa olsun tüm riskleri göze alıp karşıdan karşıya geçmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor.
"Buluyor mu peki?" derseniz...
1 saatinizi bile almayacak bu kısacık, bol kıkırdamalı, "kafam çok dolu biraz neşelenmem lazım" Kiprisi Azmiyle tanışmanızı ve adını tarihe altın harflerle yazdıran bu tatlı kirpinin macerasını okumanızı öneririm.
* Küçükken kuzenim "Nosey" isminde bir oyuncak kirpi hediye etmişti bana ve uzun yıllar o benim uyku oyuncaklarımdan sadece biriydi (2 numaraydı denebilir), ilk okulda doğum günüm kutlanacağı zaman annem sormuştu "ne'li pasta istersin?" diye, "kirpili" demiştim. İşte tam o an'ı anlatan bir fotoğrafım var, onu da bulunca ekleyeyim buraya :)

Kipri
Özgün adı: The Hodgeheg
Yazar: Dick King-Smith
Resimleyen: Ann Kronheimer
Çeviren: Gökçe Ateş Aytuğ
Hayykitap, 2012, 86 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

2 Şubat 2016 Salı

Gazeteci Çocuk / Vince Vawter

Ortaokulda Gönül Öğretmenden sonra Türkçe dersimize giren öğretmenimizin adını hatırlayamasam da onu pek de sevmediğimi anımsıyorum. Bize bir şeyler katacak bilgileri paylaşmaktan ziyade tek derdinin müfredata uygun hareket etmek olduğunu, dersteki gecikmelere de sinir olduğunu davranışlarından anlayabiliyorduk. Sözlüye kalkınca biraz geç konuşan bir arkadaşımızın bir gün üzerine gitti ve ondan hızlı konuşmasını istedi. Şok olduğumu ve çok utandığımı anımsıyorum. 4 yıldır aynı sınıfta olduğumuz arkadaşımıza kimse şimdiye kadar incitici bir imada bulunmamıştı ve bu talep ile tüm sınıfın tepesine çıkıp buz gibi soğuk suyu boşaltmış oldu yeni öğretmen. Bir arkadaşımız da ayağa kalkıp "siz de 'r'leri söyleyemiyorsunuz ama biz size bir şey demiyoruz" dedi. Aynı soğuk su bu kez öğretmenin kafasından aşağı boşaldı. "Vıl vıl vıl konuşmayın" diye konuyu kapatmaya çalıştı, sık sık bu deyimi kullanarak bizi uyarmasını anlayamıyordum. "Çok konuşmayın" da diyebilirdi aslında. Neden ısrarla içinde bolca "r" geçen bir ifadeyi tercih ediyordu ki? Bilmiyorum.
Gazeteci Çocuk kitabını Ankara Kitap Fuarında Kırmızı Kedi Yayınevi'nin standında görüp aldım. Bilinç seviyesinde hatırladığım bir isim değil ama sanki altlarda bir yerde ismini saklamışım çünkü kitabı gördüğümde hiç düşünmeden aldım. Tabii bunda uzuuuuun yıllar "gazeteci olacağım ben" diye diretmemin de etkisi olabilir :) Kitabın yarısını bir gecede kalan yarısını da 1 haftada okuyarak oldukça dengesiz bir süreç yaşadım.
Sonuç beni tatmin etti, süreçten ise emin değilim.
Ya da en baştan başlamak daha iyi:
"Bu hikayeyi yazmak için iyi bir sebebim var. Çünkü konuşamıyorum. Yani kekelemeden asla."



Altın palmiyenin simgesi gibi bazı kitapların üzerinde yer alan ödül ibareleri beni tereddütte bırakır. Bir kitabın ödül almış olması benim okuma beklentim açısından riskli olur genelde. 

Gazeteci Çocuk kitabını tek seferde okumayı tercih ederdim aslında, çoğu kitapta olduğu gibi. Bazı hikayelerin bölünmesi hikayeden insanı koparabiliyor.
11 yaşındaki Victor, kasabanın en iyi beyzbol oyuncularındandır, ancak kekelemeden, kendi adı da dahil, tek bir kelime bile söyleyemez. Victor'un hikayesini okurken hayatım boyunca bir şekilde okulda, yolda, postanede denk geldiğim kekeme insanları düşündüm. Farkındalığımın ne kadar az olduğunu bu kitabı okurken anladım. Sadece bu sebeple bile bu kitabın okunması benim açımdan önemli. Özellikle de öğretmen, doktor, gişe görevlisi gibi bir şekilde insanla-çocukla iletişim halinde olan kişiler için.
Kitabın sevdiğim tarafı 1. tekil şahıs anlatımıyla yazılmış olması. Kişinin yaşadığı sıkıntıyı, sevinci, terlemeyi, heyecanı en iyi kendisi anlatabilir (bence). Çocuk kitaplarında da bu dil (okul dönemi için) beni hemen kendine çeker.
Gazete dağıtan arkadaşı Rat'ın yaz tatili için 1 aylığına büyük babasının yanına gitmesiyle bu görevi Victor - gönüllü olarak- devralır. Birinci kilit nokta burada başlıyor bence. Adını dahi söylemekte zorlanan bir çocuk neden insanlarla iletişim kurmasını gerektirecek (haftalık para ödemelerinin toplanması) bir işe gönüllü olur? İçinde değişim olan kitapları okurken ben çok heyecanlanıyorum, sanırım karakterle beraber kabuğumdan sıyrılıyorum, kitap bitince bir ferahlık hissediyorum.

"Kelimelerin düğümlerini çözemiyordum ama en azından başka şeyleri düzeltebiliyordum."

Gazeteci Çocuk kitabı, bu bir aylık süre boyunca Victor'un başından geçen olaylar ve kişilerle yaşadığı diyalogları anlatıyor, diyebiliriz. Bu durumdan çok emin olamamamın sebebi hikayenin aslında yazarın biyografisinden uyarlanma olduğunu öğrenmem. Kitapta altını çizdiğim çok güzel cümleler var. Bay Spiro açık ara en sevdiğim karakter oldu, evinin kişisel kütüphane havasında olduğunu okuyup onu azıcık kıskansam da sanırım  yüz yüze olsak, keyifli bir sohbetimiz olurdu. Hem belki çok fazla çocuk kitabı okumamıştır, ben de ona Balık, Kumkurdu, Yıldızlı Sevgi'den bahsederdim.
Kitapta altını çizdiğim yerlere bakınca bir çoğunun benim iç sesime benzer cümlelerden kurulduğunu gördüm.

"Ben her zaman cümlelerimi kurarken kelime ve seslerin arasında sanki cam kırıkları ve köpek dışkılarıyla dolu bir sokakta geziniyormuşum gibi dikkatle dolanırım."

"Kötü bir konuşma sonrası gerildiğimde yapabileceğim en iyi şey içimde hiç hava kalmayana kadar koşmaktı."

Kitapta hiç hoşlanmadığım karakterler de oldu. Victor'un değişimi ve gelişimi açısından değerlendirildiğinde ise bu kişilerin gerekli olduğunu söyleyebilirim.
Kitap bittiğinde Bay Spiro'nun 4 kelimesinin ne anlama gelebileceğini çözmeye uğraşıyordum. (aradan 10 gün geçti, hala düşünüyorum :) Hatta bu kısım kitapta verilse daha mı iyi olurdu, acaba okuyucuya da yer bırakarak bu bilgi kitaba nasıl işlenirdi ona kafa yoruyorum. Tabii böyle olunca kafamda o kadar çok karakter dolanıyor ki. Hepsini seviyorum aslında. Tatlı bir Kipri var mesela, "pes etme Esoş" diyor, tıpkı Hilda gibi. Son günlerde sindirerek okumaya çalıştığım bir diğer kitap ise Michael Ende'nin kitabı. Momo'yu yıllaaaaar önce çok severek okumuştum. "Bitmeyen Öykü"yü ise hala okumadım, benim için okunma vakti olan bir kitap. (Selcen ve Semra'dan ilk buluşmamızda "nee hala okumadın mı" tepkisini göze alıyorum yani) "Özgürlük Hapishanesi" ise canım Şirin'imin bana hediyesi, baskısı olmadığı için de ayrıca kıymetli. Kitabı okurken Tatar Çölü kitabı geliyor aklıma.
Bir kitabı okurken beni en çok mutlu eden şey de kitabın konusu, kitabın içindekiler değil; kitabın bende bıraktığı değişim izleri. Ya da bu da değil, "en" olan. Değiştiriyorum. ("en"leri bulamayan Yasemen'i anladım şimdi :)
En mutlu edeni kitabı okurken hayal dünyamda ve duygu odalarımda daha önce hiç görmediğim odacıklara ışık tutmak, "Aa siz de mi buradasınız" demek ve onlarla kaynaşmak :) (Nasıl anlatamadım ama :)
                                                                                  ***
Konuyu dağıttım, Gazeteci Çocuk'a dönecek olursam; kitapta yer alan "tv çocuk" karakteri, önemli bir detay. Victor'un gazete dağıtırken gördüğü "tv çocuk" saatler boyu sadece televizyon izlediği için ona bu şekilde bir isim takmış Victor, ancak bir olayın sadece "görünenden" ibaret olmadığını ileriki sayfalarda okuyunca anladım. Tam da günümüz çocuklarına bir gönderme olmuş, fazla basit kaçmış diye düşünmüştüm ilk satırlarda, meğer sebep farklıymış. Güzel bir tokat oldu bana :) "Kesin karara varmadan önce biraz bekle bakalım" şeklinde.

"Ben kısa şortuyla Memphis'teki bir sokağın başında dikilen 11 yaşındaki bir çocuktum. Kendimi öylesine küçük hissettim ki sanki hafif rüzgara kapılıp sürüklenebilirdim."

Bu cümle de beni farklı anılara sürükledi, zamanda yolculuk yaptım.
En sevdiğim ifade de en sonda yazıyordu:

"Hayattaki en zor şeylerden biri kalbimizde dile getiremeyeceğimiz kelimeler olmasıdır."

Kurgu gençlik romanı olarak değerlendirecek olsam, sadece işlediği konu sebebiyle biraz daha farklı bir yere koyardım sanırım. Biyografiden uyarlama bir gençlik romanı olarak kitabı okuyunca kitabın favorim olmadığını ama Victor'un sayesinde güzel odacıklara ışık açtığımı söyleyebilirim. Çevirinin gayet iyi olduğu bu kitapta imla hatalarının ise çok daha az olmasını isterdim/beklerdim.

* Bir yerlerde pek iyi olduğunu umut ettiğim canım Gönül Öğretmenime sevgilerle :)

Gazeteci Çocuk
Özgün adı: Paperboy
Yazar: Vince Vawter 
Çeviren: Alaz Özbek
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015, 2011 sayfa




Devamını oku »

20 Ocak 2016 Çarşamba

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi / Luis Sepulveda

Çocuk kitaplarını sıklıkla okumaya başladığım 2010-2011 yıllarında tanıştım Sepulveda ile.
O zamanki okumalarım ve aldığım notlar çok daha farklıydı tabii, sadece "sevdim ben bu kitabı" /"sanki çok da hoşlanmadım" / "bir şeyini sevmedim ama o 'şey' ne bilmiyorum diyebiliyordum.
Zaman içerisinde bu cümleler genişledi ve en azından o 'şey'in ne olduğunu bulabilmeye başladım. (çoğunlukla, ama bazen hiçbir fikrim olmuyor :) Kitap okumak çok daha keyifli şu an benim için. Okumanın hazzı, "acaba şöyle olsa nasıl olurdu" bulmacasıyla birleşiyor ve ortaya neşeli notlar çıkıyor.
Geçtiğimiz hafta "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi"yi okuduğumda da benzer şeyler yaşadım.
İlk okuduğumda hissettiğim duygu ile ikinci okumamda hissettiğim duygu birbirine yakındı, lakin eleştirel bir okuma yapınca aldığım notların ne kadar farklılaştığını görüp mutlu oldum.
"Martıya uçmayı öğreten kedi"nin ismi beni gülümsetiyor.
Bir kedi var, bir de martı var. Bu kedi martıya uçmayı öğretiyor-muş.
Peki, neden?
Ama, nasıl? (ya da tam tersi)


Kengah, petrole bulandığı denizden, sadece çenesinin altında beyazlık olan kara kedi Zorba'nın yaşadığı evin balkonuna kadar uçmayı başarır.
Tam o anda yumurtasını bırakır ve Zorba'dan 3 şey için söz ister,
1. Yumurtayı yemeyeceğine söz ver.
2. Civciv çıkana kadar yumurtaya göz kulak olacağına söz ver.
3. Ve ona uçmayı öğreteceğine söz ver.
Bu 3 sözü okuduğumda "amanın" dedim, "Zorba'nın işi pek zor"
Sonra da düşündüm. Ben olsaydım ne yapardım/neler düşünürdüm diye.
Mesela bir kedi olsaydım,
"Hı hı tabii tabii" deyip geçiştirir miydim. Aslında bunu "insan" halime daha çok yakıştırdım :)
Kedi halimle düşünsem çatıların üzerinde gezinirken bu minik martıyı da yanımda taşır ve onu bir anda "Haydi uç bakalım" diye yalnız mı bırakırdım? (bu da çok insansı oldu)
Belki de uçmayı öğretmek yerine onu koruyup kollamaya devam eder ve uçarsa belki bir yeri incinir diye dertlenirdim. ( Bu tam bir anne-insan yaklaşımı değil de ne :)
Tam olarak "kedi" gibi düşünemediğime göre belki ZORBA gibi düşünüp akıl yürütmeliyim.
Öncelikle ne yapabileceğimi sevdiğim arkadaşlarıma danışabilirdim, minik martıya gözüm gibi bakıp etraftaki haylaz kedilerden martımı koruyabilirdim, bana "anne"dediğinde ona "ben senin annen değilim" deyip yine de ona annelik yapmaya devam ederdim belki, uçmayı öğretme konusunda ise tatlı bir şairin dizelerine takılır ve "sadece cesareti olanlar uçabilir" mi derdim?
Neden olmasın :)
Bu ara Latin Edebiyatından okumalar yapmak, içimdeki meraklı ama solgun papağana iyi geldi, hatta yeniden dirilmek istiyor diyebilirim.
Sepulveda'nın Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü kitabında da olduğu gibi kediler üzerinden hayata dair bir şeyler sunması, dayanışma konusunda beni sarsması çok hoşuma gitti.
Zorba'dan sonra en sevdiğim kedi, Pupa Yelken isimli kedi ve onun terminolojisi oldu:

Mürekkep balığının mürekkebi adına!
Kaplumbağanın kabuğu adına!
Akrebin ayakları adına!
Barlam balığının solungaçları adına!
İspermeçet balinasının yağı adına!
Yılan balığının kıvranması adına!

"Uçmak, son derece kişisel bir karar" diyordu kitabın bir yerinde, aklıma "Martı" kitabı geldi bu yüzden.
Uçmak eylemini bir metafor gibi algıladım ve "Ben ne zaman, nasıl uçtum acaba" diye düşünmeden edemedim. İlk uçuş üniversiteyi kazanıp memleketten ve aile hayatından ayrılıp Ankaraya gelmem ve yurtta kalmaya başlamamla oldu sanki. Alışma evresinden sonra bir anda okulun bitmesi ve "işsiz mi kaldım ben şimdi?" halleriyle geçen zamandan sonraki mini uçuş işe girme ve para kazanma evresi olabilir. Elif'in doğumu ve benim anne olmam ise daha önce hiç gitmediğim bir coğrafyada gözlerini açmak gibi(ydi)
2015te bu uçuş, kendini "farkındalık" alanlarında gösterdi. Okumaktan ziyade okuduklarımı anlayabilme yetisinde gelişme olduğunu gözlemledim. Her gün gördüğüm ağaçlar gözüme daha farklı geldi. Mutluluk sebeplerim oldu ya da onları ben yarattım/keşfettim.
Hayatımdaki ZORBA kimdi acaba diye düşündüm.
İçinde biraz ben biraz ailem biraz arkadaşlarım biraz Lokum biraz Elif olan çok kalabalık bir ekip bu. Benim hayatımdaki Zorba tek bir kişi değil ama "kedibalığının kuyruğu adına!" hepsi o kadar değerli ki!
Esoşun Çizimlerinde dün "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi" vardı, gülümsedim çizerken, teşekkür ettim Sepulveda'ya, bana değerler konusunda düşündürdükleri için. (Bu yazıyı okumama vesile olan Semra sana da ayrıca çok teşekkürler)
Şanslı'yı birlikte uçurduğumuz canım CKK, iyi ki varsınız! 



Martıya Uçmayı Öğreten Kedi
Yazan: Luis Sepulveda
Resimleyen: Mustafa Delioğlu
Çeviren: Saadet Özen
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, Ağustos 2010, 125 sayfa, karton kapak

Devamını oku »