Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




ilkokul çağı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilkokul çağı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2015 Çarşamba

Ara Güler- Biyografi

Biyografi okumak apayrı bir heyecan sanırım. Sadece uzaktan tanıdığın ve belki "medyaya yansıtılan" haliyle sevdiğin/sevmediğin birinin iç dünyasına tanıklık ediyorsun. Bayram tatilinde Roald Dahl'ın "Tek Başına" isimli kitabını okumuş ve çok sevmiştim. Hatta o kadar sayfa nasıl geçti anlayamamıştım.
Can Çocuk yayınlarından çıkan "Ara Güler" biyografisini ise uzun zamandır merak ediyordum. Bugün(dün) okudum. Keşke daha uzun olsaydı, daha detaylı bilgilere yer verilseydi.
Anlatım tarzında birazcık "bakın şimdi çocuklar" havası var, onu pek sevmedim. Belki Ara Güler'in kendisi yazmış olsa çok daha eğlenceli olurmuş diye de düşündüm ama yazara bu noktada haksızlık yapmış olmayayım :)
Her ne kadar fotoğraf makinemi nereye koyduğumu unutmuş olsam da fotoğraflı günlerime güzel bir dönüş yapmak istiyorum. Yasemen'in şu fotoğrafı ve yazısı da bu kararımda etkili olmuş olabilir tabii :)
bıraksan bu fotoğrafa saatlerce bakabilirim ...
Can Çocuk yayınlarının "biyografi" serisi olduğunu fark etmemiştim. Serideki diğer kitapları da okumaya niyetlendim. Bu tarz  anlatımlar çocukların da ilgisini çeker ve biyografi okumak sıkıcı olmaktan çıkar, neşeli bir okumaya dönüşür diye düşünüyorum.
1928 yılının 16 Ağustos Perşembe günü oldukça sıcak bir günde doğmuş Ara Güler. "O kadar da yaramaz değildim" demiş ama çocukken yaptıklarını okuyunca (tren raylarında yatması gibi) gülmekten kendimi alamadım.
Ailesi Ara Güler'in babası gibi eczacılık okuyacağını ve dükkanın işlerini devralacağını düşünürken Ara, sinema peşindedir :) Babasının aldığı fotoğraf makinesiyle her şeyi çekmeye başlar. Kuşlar, kediler, evler, güneş...
Savaş yıllarında foto muhabirliği yapmaya başlar çünkü "tarihi, foto muhabirleri yazıyor" der.
Foto muhabiri, fotoğrafçı, fotoğraf sanatçısı arasındaki farkı da şöyle anlatmış:
"Ben foto muhabiriyim, fotoğrafçı değilim. Kesinlikle sanatçı da değilim. Ben gördüğümü çekerim. Sanat yapmam. Çok doğal olarak gördüğümü insanlara aktarırım. Bunun adı foto muhabiridir. Bir foto muhabiriyle fotoğrafçı arasında çok önemli bir fark vardır. Bir patlama olduğunda olay yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan da fotoğrafçıdır."
Charlie Chaplin, Salvador Dali, Pablo Picasso gibi isimlerle tanışmış olması ve onların fotoğraflarını çekmesi ise hayranlık uyandırdı.
Üniversitede okurken aldığım fotoğrafçılık derslerini düşündüm bu kitabı okurken. Atila Hoca'nın bize anlattığı kuramsal bilgiler ve karanlık odadan hiç çıkmadan geçen saatler. Fotoğrafın içinde olmayı sahiden özlemişim. Elimde özelliklerini bile tam bilmediğim, Afsad sayesinde bilgilerimi tazeleyip şimdilerde çoğunlukla unuttuğum Nikon D90'ım var. Yeni başlayanlar için ortalama bir makine ve lens. İnsan hep "daha iyi makinem olsa daha iyi çekerim"sanıyor ama değil, Ara Güler bu durumu çok güzel özetlemiş: "İyi makineyle iyi fotoğrafçı olunmuyor. Yani en iyi daktiloyu, bilgisayarıı aldın diye iyi romancı olamazsın. İyi fotoğrafçı dikiş makinesiyle de resim çeker."

Ara Güler
Yazan: Muharrem Buhara
Resimleyen: Sedat Girgin
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, 2013, karton kapak, 101 sayfa

* Nurşen Abla'nın bugünkü yazısı da çok güzel denk gelmiş :)
Devamını oku »

28 Eylül 2015 Pazartesi

Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü

Son zamanlarda okuduğum en tatlı kedili hikaye. Hatta o kadar sevdim ki dönüp dönüp sayfaları karıştırmaya devam ediyorum. Yazarın ilk kitabını 2011'de okumuşum ama buraya yazmamışım ne yazık ki. Bu kitapla ilgili yorumumu ve şahane Lokum özlemimi BDK'daki bu linkten okuyabilirsiniz.

Üç yavrulu kıvırcık kuzenin kedilerinin isimlerini de karıştırmışım tabii, aslında şöyle olacakmış :(şiir gibisin yalnız Tangül :)

ilk kedim İhsan Hanım
ikincisi onun yavrusu Kurabiye
arada Çamur ve Haydut var. 
sonra şişko olan Zuko ve diğer tekir Mestan
şimdi misafirim Lokum ve kapı önü kedim Kirpi
Devamını oku »

12 Eylül 2015 Cumartesi

İyi Ki Doğdun Roald Dahl :)

Sevgili Dahl Amca,
Sana bu mektubu çok uzaklardan yazmıyorum, biliyorsun.
Muzip gülüşünle bu satırları okuduğunun da farkındayım.
Aslında bir şey deyip kaçacaktım ama bilirsin ben lafı pek dolandırmadan yapamam.
E tamam o halde,Bulut-Adamlara söyle de sana rahat bir yer ayarlasınlar, çünkü içimde birikmiş laflar var.
Nasıl doluyum bir bilsen...
Doluluğumun sebebi memleket meseleleri olsa da seni bunlarla sıkacak değilim.Yoksa bana "Norveç'e taşın, orada buğulama somon yersin" deyip işin içinden çıkabilirsin.
Ama yoo buna izin veremem, somon sevmediğimden değil bu arada, sadece aklımdaki konu o değil.
Ara ara durup düşünüyorum: "Neden çocuk kitapları okuyorum, onları neden seviyorum"diye.
Buna cevap ararken -evet bazen böyle cevap aramak gibi akılsızlıklar da yapıyorum- aklıma hep sen geliyorsun. Daha doğrusu senin kitaplarını okurkenki ruh halim. Bir insan hep mi kıkırdar? Hiç mi içinde tutamaz o gülücükleri? Yok yapamıyorum.
YapamıyorDum...
Tüm kitaplarını okudum, en sona sakladığım iki adet biyografiyi ise bitirmeye kıyamıyorum.
Yeni hikayeler yazamayacaksın diye üzülürken bugün yeni bir şey fark ettim.
Bu hikayeleri senin yerine ben yazabilirim.
Ne dersin?
Hayalindeki veliaht değilim biliyorum, boyum sadece 1.60 ve yazı yazmak için minik bir kulübem de yok.
Ama üzgünüm, kendimi durduramayacağım galiba.
Bu kadar hikayeden sonra hayata eskisi gibi bakamam.
Koca Sevimli Dev'in kulağıma üfleyeceği harika rüyaları beklerim.
Belki bu rüyalardan birinde seninle Willy Wonka'nın Çikolata Fabrikasını ziyaret eder, Matildayla Cam Asansöre bineriz.
Kitapların sayfaları bitti ama ben onları hayal dünyamda yazmaya devam edeceğim.
Hem sana demiş miydim, Dev Şeftali'yi okuduktan hemen sonra beni bacağımdan ısıran minik arının bana göz kırptığını :)


İYİ Kİ DOĞDUN ROALD DAHL,
HAYAL DÜNYAMA ÇOK ŞEY KATTIN,
SENİ SEVİYORUM.

* Doğum günün 13 Eylül ama benim çok uykum geldiği için bu mektubumu 1 saat önce kabul eder misin?

Kaynak: burada

Devamını oku »

3 Eylül 2015 Perşembe

35 Kilo Tembel Teneke

29 Mayıs 2015, Elif neredeyse 14 aylık olmak üzereyken kendi başıma(yani yalnız :) dışarı çıktığım ikinci gün olarak kayıtlara geçti. Bu kaydın bu kadar net hatırlanmasının sebebi de tam da o gün sahaftan aldığım kitaplardan birini bir kahvecide kahvemi içerken bitirmiş olmamdı. Aman ne harika bir gündü, anneme ne kadar teşekkür etsem az gelir. Bu kitabı geçenlerde yine okudum, benzer duyguları hissetmedim ama yine sevdim.
Kitabın girişi şöyle:
"Okuldan tiksiniyorum. Dünyadaki her şeyden daha fazla tiksiniyorum ondan. Ve hatta daha da fazla. Okul, hayatımı mahvediyor."
Bir kitabı seveceğimin anahtarı benim için genelde ilk satır(lar) oluyor. Birinci tekil şahısla yazılan kitaplar biraz risk taşısa da iyi kurgulanmış olanları beni hemen sarıp sarmalıyor.
Okul hikayelerinin iyi işlenmiş olanlarını da seviyorum. Bazıları sadece belli kalıplara yer veriyor, onları gözlerim uzaklara dalarak okuyorum. Ama içinde "gerçek" duygular varsa "okulu sev(e)memek" gibi, işte bu hikayeleri okumak hoşuma gidiyor. Okulla -en azından öğretmenlerin bildiği kadarıyla- hiçbir zaman sorunum olmadı. Sorunumun olmaması okulu sevdiğim anlamına da gelmedi :) Okulu annem benden daha çok sevdi ama ona da kızamıyorum artık, ne de olsa öğretmen. Eskiden kızardım ama. Bana okulu sevdirme çabalarını da anlayamazdım. Şimdi anlıyorum. "çocuğun olunca anlarsın" hallerinden biri de bu: anneni daha iyi anlamak :)
35 Kilo tembel teneke kitabındaki çocuk ise okulu ve öğretmenleri hiç sevmiyor. Sadece anaokulu öğretmenini sevmiş, o da "başarılı bir gün, bir şey ürettiğimiz gün" dermiş.
Gregorie 13 yaşındayken hala 6.sınıf öğrencisi çünkü "ellerim ve onların üretebilecekleri dışında dünyada hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu" diyor.
Koca Leon yani Gregorie'nin dedesinin torunu ile iletişimi ise kitap boyunca beni etkiledi. Çocuğun okuldan atılması, dedenin marangoz atölyesinde bir şeyler üretmeleri, dedenin onu zorlaması hatta bir ara dışlaması, önemli bir sınavında yanında olması gibi detaylar çok güzeldi. Böyle bir kitaba da tatlı sert bir dede karakteri oldukça güzel yakışmış.

"Tembel teneke" denilen çocukların aslında bambaşka bir alanda ilgilerinin ve yeteneklerinin olduğunun keşfedilmesi bana Aamir Khan'ın "Yerdeki Yıldızlar" filmini hatırlattı. Buraya yazmamışım şaşırdım, cidden çok güzel bir film, izlediğimde çok etkilenmiştim.

" bir martıya dönüşmeyi hayal ediyordum. Uzaktaki kırmızı beyaz fenere kadar uçmanın düşünü kuruyordum. Bir kırlangıçla arkadaş olup, eylül ayında, mesela 4 eylülde-hani şans bu ya, tam da okulun ilk günü!- onunla sıcak ülkelere doğru yola çıkmayı hayal ediyordum. okyanusları geçtiğimi hayal ediyordum, onunla..."

Kitapta beni en çok etkileyen şey Gregorie'nin yaşadığı değişim ve dönüşüm oldu. Amaçsızlıktan, başı boşluktan, ne yapacağını bilememekten, kendine güvensizlikten kurtulup ne istediğini bilen ve onun için çaba sarf eden birine geçiş yaptı. Ki bu geçiş de bir anda olmadı. İşte bu kitap bu geçişte yaşananları anlatıyor.
Görsel: Kaynak burada

Künye:
Yazan: Anna Gavalda
Çeviren: Azade Aslan
Yayınevi: Günışığı kitaplığı,92 sayfa
Devamını oku »

27 Mart 2015 Cuma

Kiraz'ın Şarkıları

İletişim Yayınevinin çocuk kitapları serisini gerçekten seviyorum. Kitapların farklı bir tarzı var ve kitaplar beni hemen yakalıyor :)
Kiraz'ın Şarkıları da öyle oldu. İlk çıktığından beri okumak istiyordum, kısmet bugüneymiş.
Kısacık bir hikayede öyle güzel bir anlatım var ki.
Doğumundan kısa süre sonra annesi ölen, babası hayata küsen minik kız ona bakan anneannesini de kaybedince hayatı alt üst olur ve "hayat grevi"ne başlar. Aslında bir süredir babası, üvey annesi ve üvey kardeşi ile yaşamaktadır ve çiftlikteki hayatı özlemektedir.
Çocuklara ölümü anlatmak çok zor olmalı. Bana anlatılsa anlar mıydım bilmiyorum. Küçükken sevdiğim birilerini kaybettiğimde (tanıdık, komşu vs.) çok korkardım, üzülürdüm, ağlardım. Büyüdüm ve değişen bir şey olmadı. Hala çok tutuğum bu konuda.
Lucie'nin anneannesiyle ilişkisi o kadar naif anlatılmış ki biraz kıskanmadım desem yalan olur. benim anneannem de benim doğumumdan kısa süre sonra vefat etmiş, babaannemi az biraz hatırlıyorum o kadar. Hayatımda böyle pamuk, tatlı, tonton bir ninem olsun ve bana meyveli kek yapsın isterdim doğrusu.
Lucie hayat grevindeyken kendisini odaya kapatır ve sadece evde kimse yokken yemek yemek için dışarı çıkar o kadar. Babası ilk başta kızgındır sonra gittikçe yumuşar. Ancak öyle bir şey yaşanır ki araya yeniden buzullar girer :/ Hikayenin sonunu çok sevdim. Lucie ve büyükannesi dışında da üvey anne Isabel'i sevdim.

"Anılar çok tuhaf. Bazen beni ağlatıyorlar. Bazen mutlu ediyorlar. Bazen de her ikisi birden oluyor."
"Büyüklerle küçükler başka başka düşünüyorlar."
"Geriye dönüp eskiden akşamları fırtına çıktığında anneannemin beni sakinleştirip avuttuğu zamanlardaki küçük kız olmak istiyorum. Kalkıp yanıma gelir, bana ninni söylerdi. Daha sonraları biraz büyüdüğümde, gece yine fırtınadan korkarsam, ikimize ıhlamur ile kurabiye hazırlardı. Fırtınanın dinmesini ve uykumuzun gelmesini beklerken, yatakta edilen akşam kahvaltısı gibi bir şeydi bu."

"Anneannemin ölümünden dolayı öfkeliyim. Yine de insanlar ölünce artık geri dönüş olmadığını, onlarla ancak kalbimizde bir araya gelebileceğimizi biliyorum tabii. Buna alışmak gerekiyor, yoksa insan sürekli mutsuz olur ve ben hala öfkeli olsam da, sürekli mutsuz olmak istemiyorum."

Kısacık bir hikayede aslında öyle çok duygu var ki: mutluluk, hüzün, öfke ve hepsi bir arada.
Çizimler de harika.
Yeniden dönüp okumak isteyeceğim bir kitap "Kiraz'ın Şarkıları"
"Kiraz da kim?" derseniz bence kitabı siz de okuyun :)

Künye:
Kiraz’ın Şarkıları
Yazan: Amélie Couture
Resimleyen: Marc Boutavant
Çeviren: Bahar Siber
İletişim Yayınları, 2013, 71 sayfa, 
Devamını oku »

1 Mart 2015 Pazar

(Daha da Fazla) Kumkurdu :)

Kumkurdu ile Çağla sayesinde tanıştım, bir gün -yine- kütüphanesini karıştırırken "al bunu oku, çok seversin" diye elime tutuşturmuştu 3 kitabı birden. Okudum, çok sevdim, bayıldım, kitabı geri vermemek için türlü yalanlar düşündüm ama sonra bu yalanlara ben bile inanmadım, kitabın peşine düştüm(baskısı yok), çok aradım, tamm buldum dedim yine bulamadım, kütüphanemde olması gereeeeek diye inat ettim ve kitapları topladım. Kumkurdu'nu yine okudum, yine çok sevdim, yine çok ağladım, yine çok güldüm, üzerinde durup düşünmekten ilerleyemedim, derken karabalığa kitapları anlattım "aklımda kalanlar"la tabii. Sonra da BDK'ya Kumkurdu hakkında bir yazı yolladım. Karabalık bu yazıyı okudu ve "az önce anlattıkların daha güzeldi" dedi, Türkçesiyle "anlatımın iyi ama yazı fıs" gibi bir şeydi (itiraf edeyim). Çok sevdiğim bir kitabı anlatamıyorum, onu fark ettim. Sanki ne kadar yazarsam yazayım o heyecanı veremiyorum yazıda :/ Ama siz yine de okumak isterseniz "fıs yazımı" :) link burada 
Kumkurdu'nu (daha da fazla) merak ederseniz de çayınızı kahvenizi alın gelin, ben size anlatayım :) (*Misafirperver olmadığım buradan bile belli, eve gelene çay/kahve ikram etmiyorum; içeceğinizle gelin diyorum :))
Zackarina'yı asabi erkek pozunda çizmişim gibi ama Kumkurdu çok tatlı değil mi :))

Devamını oku »

9 Şubat 2015 Pazartesi

Kıyıya Vuran Kız / Çizimler :)

Henüz yayınevinden izin almadım ama "neden yayınladınız, kaldırın derhal" derlerse kaldırırım. Umarım telif hakkını da çiğnemiyordur bu yaptığım.
"Kıyıya Vuran Kız" kitabının kapağı ve iç sayfalardan 3 çizim, toplamda 4 çizim ile karşınızdayım :)
Çizerken çok keyif aldığım için buraya eklemek istedim.
Keşke çizer ile tanışma imkanım olsaydı :)



Kapaktaki ağacı pek yerleştirememişim, kabul. Yaprak çizmek hem basit hem de sabır isteyen bir işmiş. Bir de "ayı"çizimim daha güzel olmamış mı :))
Kısacası ben bu kitabı ve çizimlerini çok sevdim...

Devamını oku »

8 Şubat 2015 Pazar

Kıyıya Vuran Kız :)

Bu kitabı "son çıkanlar" arasında görür görmez vuruldum ancak kavuşmamız biraz vakit aldı. Kitapçıda raflarda aradım buldum 1 tane ve okumaya başladım. Bırakamadım elimden, derken Elif uyandı ve çıkıverdik kitapçıdan. İnternet siparişini de bekle bekle gelmedi.Tüm koliyi bu kitaba kavuşacak olmanın heyecanıyla açtım desem doğru. (*Babil.com bu ara çok mu geç gönderiyor, bana mı hep öyle denk geldi bilmiyorum)
Sonra hatırladım ki çok merak ettiğim iki kitabı daha sipariş vermiştim. Off ne zor bir seçim bu. Üçünü yan yana koydum, hepsini aynı anda okusam diye düşündüm eskiden öyle yapardım. Şimdiyse kafam çok dalgın, hepsini aklımda tutamam dedim. peki, en en çok hangisi beni gıdıklıyordu? Kesinlikle "kıyıya vuran kız".(Diğer kitapları da okudukça yazarım.) Lafı çok dolandırdığıma göre kitaba bayıldığımı bilmem belirtmeme gerek var mı? Çok güldüm, çok eğlendim, çok heyecanlandım ve ara ara ağlayacak noktaya geldim. Bu nasıl oldu?

Günlerden bir gün Wammers Kasabası'nda kıyıya küçücük bir kız vurdu. Bu kız ne adını biliyordu ne de yaşını. Hatta nereden geldiği bile meçhuldü.
Hikayenin kalbimi çarpan yerleri burada başlıyor tam olarak. "Bu kız kimdi, nereden gelmişti, amacı neydi?"... Tüm bunlar esrarengiz bir biçimde hikayenin içinde devam ederken yavaş yavaş Kasabalılarla tanışıyoruz: Belediye Başkanı Bay Santori, Fırıncı ve Rosa, Bayan Suyarpuzu, Komiser Willy, Koca Jos, Mathilda Vızıltı, Bay ve Bayan Daluyku, Bayan Keskinnişan, Binbaşı Max, Ieza Hanım, Bay Engüçlühalka, Joep Bey, Çarpıkbacak Ailesi, Doktor Hendrik ve Püskül... Bu kadar çok ismi aklımda tutamayacağım ben galiba derken bir de baktım ki hepsiyle ben de arkadaş olmuşum. Aralarında en çok Koca Jos ve Doktor Hendrik'i sevdiğimi düşünüyordum ki kitabı bitirdiğimde beni en çok güldürenin  Komiser Willy olduğunu anladım. O kadar tatlı konuşuyordu ki: "Kınışması bir tıhaftı" :)
 Kitabın tamamı oldukça akıcı, heyecan dozu yüksek, akıcı ve etkileyiciydi. Ancak bazı yerler daha da güzeldi sanki. Onlardan biri Kazazede ile Ayı'nın birkaç defa buluşması, Kazazede'nin Doktor Hendrik ile çıktığı Hayalet Avı, Koca Jos'un ona çocuk kitabı okuması, Komiser Willy'nin poposundaki sivilceye iğne batırması, arkadaşı Matilda'nın ona bıraktığı defter için bulduğu mavi çiçekler, fırıncının 11 oğlundan biri olan Willem ile bakışmaları, ballı krepler, orman meyveli pasta ve traktöre binmesi... Daha da yazacağım ama hikayenin hepsini anlatmış olmaktan korkuyorum :)
Kitabı benim için bu kadar özel yapan da KESİNLİKLE çizimleri oldu. Hatta kapaktaki görselin çizimini bugünlerde yapmazsam kaşınmaya başlayabilirim. Çizim yapmaya başladıktan sonra şunu fark ettim: Bakarak çizmek, çizerin dünyasına giriş için harika bir rehber. Neyi neden yapmış, nasıl yapmış, hangi renkleri kullanmış bunlar üzerinde düşünmek bile keyif veriyor bana.
Kitabın çevirisini de oldukça başarılı buldum. Özellikle Komiser Willy'nin o "tıhaf" konuşmasını çok iyi çevirmişler, o kısımlarda çok eğlendim.
Bu arada hala kitabın konusunu anlatmadığımı fark ettim. Kitabı okumak isteyenlerle buradan ayrılalım o halde, ben de rahat rahat konuşayım :) Kazazede kıyıya vurduktan sonra (nereden geldiğini yazmayacağım, kitabı okuyun), kasaba halkıyla tanışır kaynaşır ve ondan kendisine bir aile seçmesini isterler. Gönüllü olan 3 aile vardır ve Kazazede onların yanında birer gece geçirerek karar vermeye çalışır. Of işi çok zordur. (Aileler kim ve minik kız kimi seçti yazmayacağım, kitabı okuyun.) Bir gün yürüyüşe çıktığında Wammers Ormanında Karanlık Tepe'de bir ayı ile karşılaşır. Hatta bu ayıyı hikayenin ilerleyen bölümlerinde de görürüz. Orman güzeldir ancak onu bekleyen bir tehlike vardır: Lunapark yapımı! Olaylar bir yerde iyice karışıyor, düğümleniyor, kasaba halkı da birbirine düşüyor ve bu işi de Kazazede çözüyor. (Nasıl çözüyor, ne yapıyor yazmayacağım, kitabı okuyun.)

Kısacası biraz eğlenmek, çokça gülmek, bazen de duygusal anlara tanık olmak isterseniz "Kıyıya Vuran Kız" kitabını hemen alın.
 Kitabın heyecan dozu o kadar yüksek ki; az uyuyan, etrafı bolca keşfetmeye çalışan, yaramaz bir bebeğiniz yoksa (ki bu tanımlar bana nedense Elif'i çağrıştırdı) kitabı elinizden bırak(a)madan bitireceksiniz :)
Ben de bir sonraki yazımı "tekerlekkule"den yazıyor olacağım, biraz sallantılı yazabilirim o halde :)

KIYIYA VURAN KIZ
Stefan Boonen 
Resimleyen: Tom Schoonooghe
Çeviren: Burak Şengir
Hayykitap
2014, 192 sayfa, 





Devamını oku »

3 Şubat 2015 Salı

Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri ve Büyüklere Mektuplar :)

"Sevgili anneciğim, babacığım;
Neden "daha çok" hatta "daha da çok" oyun oynayamıyoruz, işte bunu anlayamıyorum. Sanki devamlı beni uyutmaya çalışıyorsunuz gibi hissediyorum. Halbuki ben uyumak istemiyorum. Hem de hiç! Aklım hep oyuncaklarımda, raflarından indirmek istediğim kitaplarımda ve halıda uçuşan tüyleri yakalayıp ağzıma atmakta. Siz hiç çocuk olmadınız mı? Bebekliğinizi hemen mi unuttunuz yoksa? Büyümeye çalıştığım için içim kıpır kıpır, görmüyor musunuz? Beni biraz ananeme/babaanneme bıraksanız da orada yaramazlık yapsam yani onlarla oynasam olmaz mı? Bir de şu işi bir açıklığa kavuşturalım: arabaya binmeyi sevmiyorum. Beni kendi arabama koyun ve istediğiniz kadar yürüyün, ona sesimi çıkarmam çünkü ben açık havada olmak, kuşların sesini duymak, 100 metre öteden geçen amcalara teyzelere "ahh" diye laf atmak istiyorum. Hem her yere yürürse annem de biraz zayıflar, fena mı :) Tamam tamam şaka. Ben de sizi seviyorum, benim için iyi bir şeyler yapmaya çalıştığınızı da biliyorum. Ama bak anlaşalım: daha az uyku, daha çok oyun. Hem böylesi daha güzel, anlaştık mı tatlı balıklarım benim..." -daimi zottirik kızınız Elif-

Evin gizli yerlerinde böyle bir mektup bekliyorum Eliften. Her akşam yastığıma bakıyorum, ona mı sakladı diye ama henüz bu mektubu bulamadım. Geçen gün gözlerine baktım şöyle taa derinlere, işte orada yazıyordu bu satırlar.
Aklına nereden geldi derseniz bu mektup işi,
Bu ara çok eğlenceli iki kitap okudum. Aslında birini okuyalı çok oldu ama diğerini alınca ilkini yeniden okudum. Hatta mektuplu olanın tamamını yüksek sesle okudum Elif'e, dönüp dönüp güldüğüne göre yukarıdaki mektup hayalim boşa değil.
Büyüdükçe çocukluğumuzu unutuyoruz, işte bu iki kitap o an'ları geri getiriyor. Bu kitabı imkanım olsa Türkiyedeki tümmm öğretmenlere, velilere dağıtırdım. Okumayıp bir kenara atacaklarını ya da en fazla bir kaç satır okuyup "kıhkıhkıh güzelmiş" deyip kafa çevireceklerini bildiğimden "malum, onların hep daha önemli işleri var"; işte tam bu sebepten "zorunlu okuma" yaptırırdım sanırım. Zorla yapılan işlere karşıyım ama bu kitabı gözlerine sokarak okumak isterdim, bir umut bir şeyler değişir mi diye... Öğretmenlere çok lafım yok aslında, çoğunun çok emek vererek çalıştığını bizzat görüyorum. Ama bir de şu veliler yok mu! Çocuğunu dinlemeyen, hep azarlayan, başkalarının yanında utandıran, ona yarış atı muamelesi yapan... İşte bu veliler keşke yeniden çocuk olsa da çocukluklarını hatırlasa. "Büyüklere Mektuplar" kitabındaki 25 bölümde her biri birbirinden farklı çocukların büyüklere yazdığı mektupları okuyoruz. O kadar kıvrak bir dili var ki kitap sahiden de hem güldürüyor hem düşündürüyor. Okurken biraz çocuk oldum biraz büyük. Elif henüz 9,5 aylık ama olsun büyük de konuşmamak lazım, gün gelir o çok eleştirdiğim velilerden biri olurum. Hiiii, Allah korusun :) "Keşke şu konuya da değinseymiş yazar" dediğim bir konu gelmedi aklıma. Neredeyse tüm yazdıklarına da katılıyorum.
25 bölümde yer alan çocuklardan bazıları şöyle:
" çocuk gibi bir çocuk", "oyuncakları ders kitaplarının altında ezilmiş olan on yaşındaki biri", "uzun burunlu olmaktan hiç mi hiç hoşlanmayan Pinokyo'nuz", "öcülerle dondurma yemeğe giden çocuk", "galiba pilav sevmeyen çocuğun", "sizi hiçbir anne babayla yarıştırmayacak olan çocuğunuz".
Yazarın hayata, anne/babalara, çocuklara yaklaşımı, bakışı, konuyu ele alış şekli o kadar hoşuma gitti ki. Olaya sadece çocukların tarafından da bakmıyor. Ortada bir "hata" varsa onu gösteriyor ve çok güzel çözüm üretiyor.
"Şimdi hiç vaktim yok" diyen anne/babalara bu kitabı okumak isterdim hem de yüksek sesle :)

" Herkes soruyor bana: 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' Sanırım o hep hazırlandığım geleceğe kavuştuğumda, özgürlüğe ve zamana da kavuşurum diye umuyorum. Kısacası ben... Ben büyüyünce çocuk olmak istiyorum."
"Çocuklaşmanın formülü çok basit aslında: neşe, cıvıltı ve pırıl pırıl bir zekayla bakmak hayata" 

Mektuplardan sonra sırada "büyüklerle dalga geçme dersleri" var. Okurken yüksek sesle güldüm, kahkaha attım, çok eğlendim, dönüp dönüp bir daha okudum. Benim gibi pek konuşamayan biri için bu laflar bu yaşımda bile (az kaldı, 30 oluyorum 1,5 ay sonra, yaşasın:) çok zor ama aklınızın bir köşesinde olsun bu güzel cevaplar. Elif'i bu kitabın varlığından haberdar etsem mi kararsızım :) Birlikte dalga geçebilmemiz için yüksek sesle okusam iyi olabilir bu kitabı da.
Sizin çocukluğunuz nasıl geçti bilmiyorum ama benim öyle ağaç tepelerinde, sokakta salça ekmek yiyerek geçen bir çocukluğum olmadı ne yazık ki. Bu satırları ailemi suçlamadan yazayım, çünkü niyetim bir "suçlu" bulmak değil. Sadece biraz fazla "pamuklara sarılmış" büyütüldük biz, ben ve kardeşim. O yüzden de hayata karşı çok savunmasız kaldık. Öyle çok bilmiş, lafı ağzında tipler de değiliz. Biri bana bir laf söylesin en fazla çok kötü bakışımı fırlatıp "Clarice Bean 10 numaralı bakış), oradan uzaklaşıp ağlarım :) Bir ağlama önce değil mi? Sen de iki çift laf söyle karşındakine! Yok, ben yapamıyorum bunu. Laflar boğazımda düğüm olur, yutkunurum onu. "Amman karşı tarafı üzmeyeyim" diye. Kötü bir şey bu, hem de çok. Neyse ki Elif'in hiç öyle yutkunacak bir hali yok. Onu gözlemlediğim kadarıyla lafı çok güzel gediğine koyacak bir hali var :) Altta kalmaz yani, bize karşı verdiği (uyku) mücadelesinden bunu anladık :) Biz iki saf balık, bunu anladık yani 10 ayın sonunda :))
İşte siz ya da çocuğunuz böyle biriyseniz bence bu kitabı okumalı/okutturmalısınız. O kadar güzel cevaplar var ki... Yazmazsam olmaz:

"Şuna bak ne kadar da büyümüşsün!"
"Ne kadar?"

"Ay, inanamıyorum sana yaaa..."
"İnanamadığınızı anladık. Peki, başka neler yapamıyorsunuz?"

"Teyzesi, biz emeklemeye başladık."
"Öyleyse sizi hep emeklerken görmek istiyoruz."

"Büyüyünce ne olacaksın?"
"Siz büyüdünüz, ne oldunuz?"

"Sıkıl falan oldum!"
"Sonunda bir şey olabildiniz demek, kutlarım."

"Şeetme yane"
"Dilinizi bilmiyorum. Hangi ülkeden geldiniz?"

"Meet ettik."
"Ettiğini bulasın."

"Ne kadar inatçısın!"
"Doğru, keçiler de kıskanıyor beni ama onlara ne kadar inatçı olduğum konusunda kesin bir bilgi veremiyorum."

"Daha dünkü çocuksun..."
"Bugün de çocuğum, ne hoş değil mi?"

"Arkandan ağlar sonra..."
"Peki, yediklerim de içimde gülecek mi?"

"Sen kime benziyorsun?"
"Benzersiz bir insanımdır ben."

"Bak öcü geliyor, seni alıp götürecekmiş."
"Aa, ne güzel sinemaya mı götürecekmiş? Peki, yolda dondurma alır mı dersiniz, canım çok çekti de."

"Dalga geçmek hem bir eğlenme biçimidir hem de zaman zaman hayata karşı bir savunma yöntemidir."diyor kitapların yazarı sevgili Melek Özlem Sezer. Gerçekten de öyle, dalga geçerken hem eğleniyoruz hem de kendimizi savunuyoruz. Tabii bunu her an ya da her olayda yap(a)mıyoruz.
Geçen gün benim de aklıma geldi de teyze çok yaşlıydı sadece gülümsedim. Markette karşılaştık Elif'i sevdi ve dedi ki "ah yavruum, annem seni bu soğukta markete mi getirdi?"
Aklımdan geçen-: "teyzeciğim, bir dahakine size söylerim, market ihtiyacımızı siz getirirsiniz, biz de bu soğukta çıkmayız dışarı"... böyle bir şeydi yani :)
Lafı çok uzattım ama özetle, bu kitapları okuyun/okutturun :)
* Yazarın zihninde yol almak isterdim...
** Yazmayı unuttuğum için kızdım kendime ama neyse ki "kavunyiyenkedi" bir arkadaşım hatırlattı; "Büyüklere Mektuplar" kitabını resimleyen Ferit Avcı ve "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri" kitabını resimleyen Nuray Çiftçi'ye  kitabın eğlencesine çizimleriyle keyif kattıkları için çok teşekkürler.


Devamını oku »

18 Kasım 2014 Salı

1 Kitap 1 Mektup : Delal Arya: Pera Günlükleri & Yedi Denizlerde :)

Daha önce Delal Arya'dan bahsetmiştim. (şurada ve burada) Kitaplarını merak ediyordum ancak henüz okumamıştım sevgili arkadaşım bana imzalı getirmişti tüm kitapları. Elifle ilk günlerimizdi ve ben büyüük bir heyecanla bu maceraya atılmıştım. Lakin aklımda yine bir dolu soru vardı. Sevgili Delal Arya da beni kırmayıp sorularımı "1 Kitap 1 Mektup" etkinliğinde yanıtladı, çok teşekkür ederim kendisine :)
Kaynak: burada
Öncelikle “Pera Günlükleri” ve “Yedi Denizlerde” serisi kaç kitapta bitecek; bunu çok merak ediyorum, heyecandan kalbim pır pır okudum çünkü. (Ve yeni kitaplarla ne zaman buluşacağız?)
Pera Günlükleri 6 kitap, Yedi Denizlerde 5 kitap olacak.

Kitapta yer alan hikayenin ne kadarı gerçek ne kadarı hayal ürünü? Acaba bu kısmı biz mi doldurmalıyız?
Büyük kısmı hayal ürünü. Ama hayali kuran kişinin o hayal hakkında bir şeyler biliyor olması lazım. Yedi Denizlerde’yi, çocukken gemilerde dolaşırken kurduğum hayallerden yola çıkarak yazdım.

Her kitapta bir önceki hikayenin minik bir hatırlatması yer alıyor. Seri kitaplarda bu biraz gerekli oluyor sanki değil mi?
Evet. Çünkü olay örgüsü birbirine eklemlenerek büyüyor. Dolayısıyla okuyucuya önceden olanları hatırlatmak gerekiyor.

“Pera Günlükleri” sahiden de 1 kurt ile mi başladı?
Hayır. Pera Günlükleri bir arkeolojik kazı evinde dinlenmek için yattığım ranzanın ikinci katında uzanmış yağmuru izlerken başladı. Bir otelin önünde durmuş zili çalmaya korkan iki tane çocuk gördüm önce. Ellerinde bavulları, yepyeni bir hayata başlıyorlardı. Kurt bambaşka bir hikaye. O benim İstanbul’umun koruyucu ruhu.

Belki saçma olacak ama “Renda” siz misiniz :)
Renda biraz benim, biraz da benim gibi çocukken gemilerle dolaşan ablam. evet. Ama o daha çok benim bu dünyaya uygun gördüğüm çocuk tipi. Bütün dünyası bir gemi olan, ama o gemiyle tüm dünyayı dolaşan, cesur, meraklı, heyecanlı, kafası özgür çalışan bir kız. Dünyanın bir ruhu olsa o Renda gibi olurdu diye düşünüyorum.

Pera Günlükleri ve Yedi Denizlerde film olarak çekilsin ister miydiniz? (Buna çok uygun bir hikaye çünkü)
Kitaplarımın filme çekilmesini isterim.

“Yedi Denizlerde” serisi gemi yolculuğunda yazıldı sanırım. Hikayenin başlangıcı o gemi yolculuğu muydu yoksa?
Serinin ikinci kitabını İspanya’dan Afrika’nın Gine Körfezi’ne inen bir konteynır gemisinde yazdım. Ama hikayenin asıl ilham kaynağı çocukken babamın kaptanlık yaptığı yük gemilerindeki seyahatlerim. Yük gemileri benim için uzayda dolaşan gezegenlere benziyor ve ben kendimi bildim bileli hep bir gemide yaşama hayali kurmuşumdur. Dünya bir gemiyle dolaşarak yaşanacak bir yer, çünkü keşfedecek karalar olduğu kadar denizler de var.

Karakterlerin isimleri çok güzel. Bu isimler mitoloji kaynaklı mı?
Renda ismini şu anda ikinci kaptanlık yapan ama çok yakında süvari olacak genç bir kadın zabitten alıyor. Lusin ve Ran ise benim arkadaşlarımın isimleri.

Aklınızda olan başka hikayeler de var mı?
Evet. Ormanların derinliklerinde geçen, daha masalsı bir hikaye üzerinde çalışıyorum.

Fuarlarda belki çocuklarla karşılaşmışsınızdır. Okuyuculardan dönüşler nasıl?
Genelde kitaplarda neleri beğendiklerini soruyorum. Gerçeklere dayanan olağanüstü şeyleri sevdiklerini söylüyorlar. Yani orada bir Pera Palas var gerçekten ve bu çocuk okuyucuyu heyecanlandırıyor.

Sizin sevdiğiniz çocuk kitapları hangileri hatta “keşke ben yazsaydım” dediğiniz hikayeler var mı?
F.H.Burnett’in Gizli Bahçe adlı kitabı.

İtalyancadan çevirdiğiniz çocuk kitapları da var. Çeviri konusunda nelere dikkat etmek gerekiyor daha çok?
Çocuğu heyecanlandıran bir dil tutturmak gerekiyor. Cümle geçişleri hareketli olmalı. Mesela İtalyanca’dan dosdoğru Türkçe’ye çevirdiğinizde çok tıkanık bir anlatım elde ediyorsunuz. Orijinalinde sorun yok, ama Türkçesi biraz durgun oluyor. Onu hareketlendirmeli ve çocuğu sayfaları yiyecek kadar çok heyecanlandırmalısınız.

O kadar büyük bir iştahla okumuştum ki kitapları serinin devamı için neredeyse gün sayıyorum (tam tarihini bilmesem de :) 
*BDK'nın "Pera Günlükleri" ile ilgili radyo yayını dinlemek isteyebilir, Bianet.org'daki ve Radikal'deki röportajları da okumak isteyebilirsiniz.

Sizce "Pera Günlükleri'nde nasıl bir macera yaşanmış olabilir?"   
Aklınıza gelen tüm fikirleri bu yazının altına 7 Aralık 2014 tarihine kadar yorum bırakın.
Yapacağımız çekilişle 1 kişiye "Pera Günlükleri" kitabını (ve 1 mektubu) gönderelim :)

Devamını oku »

16 Eylül 2014 Salı

Tobie Lolness; Bir Buçuk Milimetrelik Kahraman :)

Hani bazı insanlarla, hayatlarla, ailelerle tanışırsınız, kaynaşırsınız ve onlardan bir daha hiç kopamayacağınızı anlarsınız. "Acaba şimdi ne yapıyorlar" diye merak ettiğim böyle bir grup var sahiden benim hayatımda. Çoğu da kitap kahramanları. Gerçek hayatta bu kadar meraklı olduğumu söyleyemem. Ama bazı kitaplardaki bazı karakterler öyle çok içine alıyor ki beni bir müddet sonra onlardan biri oluyorum.
Bu kitaba daha önce başlamış birkaç sayfa sonra bırakmıştım. Geçen gün "ya sahi ne anlatıyor şu Tobie" diye kitabı tekrar elime aldığımda "Neden daha önce bırakmışım, vay ben ne salakmışım" dedim. Dedim gerçekten.
Bu kitabı okuduktan sonra yanından geçtiğim her ağaca bambaşka bir gözle bakmaya başladım.
Bizim dünyamıza çok benzeyen bir dünya var bu kitapta. Tek farkla; kahramanlarımız sadece 1,5 milimetre :) Ve bir ağaçta yaşıyorlar. (Bu kısım kıskanılası elbette)
Haberleri bilerek ve isteyerek hiç takip etmiyorum ama bu demek değil ki duyarsızım. Tam tersi bazı şeylere o kadar sinir oluyorum ki içim içime sığmıyor. En basit (ki o kadar da basit değil elbette) yaşama hakkımız olan temiz su içme, engelsiz bir yaşam, doğayla barışık bir çevre gibi kavramların içinin ne kadar boşaldığını gördükçe çok üzülüyorum. İşte bu iki kitap bana unuttuğum bazı değerleri hatırlattı: dostluk gibi mesela. Her şeyimiz "sanal" iken dostluğun tanımı da değişti haliyle. Birbirimizi "beğenerek" takip ediyoruz, "paylaştıkça" çoğalıyoruz... Elimdeki -şu an bu yazıyı yazmama vesile olan- bilgisayar ve internet bağlantısı da dahil her şeyi bırakıp Tobie'lerin yanına hatta mümkünse Ağaçsızların yanına gidip orada yaşayasım var.
Sahi Tobie'yi anlatacaktım.
Tobie Lolness ile kaçarken tanışıyoruz. Kimden neyden kaçıyor ve nereye gidiyor gibi soruları zamanla ve yavaş yavaş öğreniyoruz. Kitabın en başarılı tarafı kuşkusuz oldukça iyi işlenmiş kurgusu. İki kitapta ikişer bölüm ve 20'ye yakın ana karakter var ve hepsi hikayede öyle güzel serpiştirilmiş ki; sahneyi biri boşalttığı an diğeri dolduruyor. Yazarın bu kurnaz halini çok sevdim. Tam bir macera romanı. Her an yeni bir şeyler oluyor. "Buradan kurtulamazlar" dediğim an çoook önceden oraya yerleştirilmiş ama bizim unuttuğumuz bir figür çıkıveriyor. (sahneye bir silah konduysa,o mutlaka patlar değil mi?)
Tobie, babası Sim, annesi Maia, Elisha, Isha, Asseldor Çiftliği,Kar ismindeki minik kız,  Nils Amen, Jo Mitch, Kaplan, Ay Surat... Notlarıma bakmadan aklımda kalanlardan yazdığım isimler.
Bu iki kitap, Tobie ve ailesinin Alçak-Dallar'a sürgün hayatını, Elisha ile olan aşkını, Ağaçsızların yaşamlarını, Dorukların neye benzediğini, oduncuların iyi kalpliliğini yaklaşık 8 yıllık bir zaman diliminde anlatıyor.
Benim en sevdiğim karakter Sim Lolness ve Nils Amen oldu. Jo Mitch'i ve günümüzde temsil ettiği düzeni de bir kere daha nefretle andım. (kitap ve gazete yasaklanıyor bir ara; tanıdık geldi bana hayret!)
Ve bu kitapta çeviren kısmında "Elif" adını görünce duygulandım. Elif'in meslek olarak nasıl bir seçim yapacağını hiç düşünmemiştim ama günün birinde böyle harika bir kitapta adı geçerse ne kadar mutlu olacağımı hissettim. (Çeviri: Elif Gökteke bu arada)
Kitabı birkaç solukta okuduğum için aklım hep Ağaç'ta kaldı, rüyamda Asseldorlara misafir olup onlarla şarkı söylemişliğim bile var.
Kısacası bu kitaptan, hikayesinden çok etkilendim.
Tobie'nin Altair yıldızını ödünç almak istedim :)

" Her beynin kendi sırrı vardır. Benimkisi yatağım. Seninkisi tabağın. Düşünmeden önce yemek ye, yoksa iyi düşünemezsin."
"Eylem, düşünceyi özgürleştirir."
" ...tıpkı kar yağarken altına sığınılan bir kuş tüyü gibi o da bu hayallere sığınıyordu."
"Birisinin arkasından ağladığımızda bize vermediği şeylerden ötürü de ağlarız."
"Değişiklik boşuna olmaz."
" Özgürlüğün bir kokusu vardır, bir tadı vardır. Özgürlüğü bütün bedeninde hisseder insan."
"Gözlerinin derinliklerinde hala kıpırdamadan duran bir kuyrukluyıldız parlıyordu."

İlk kitap için inanılmaz bir başarı bence Tobie Lolness. 2006'da Saint-Exupery ve Tam-Tam, 2007'de Sorcieres Ödüllerini almış çünkü...

* Yazarın diğer bir kitabını meğerse önceden okumuş ve çok sevmişim, haberim yok :) YKY'den çıkan son kitabını da hemmen okumam lazım, karabalık bence sen mesajı aldın :)



Devamını oku »

7 Eylül 2014 Pazar

Mary Poppins :)

Mary Poppins demek BDK Banu demek :) İkisini ayrı düşünemiyorum :)
Sahi ben bu kitabı neden bu kadar geç okudum bilmiyorum.
Ama cidden her kitabın bir "zaman"ı oluyor.
Kütüphaneden aldığıma yine gıcık olduğum bir kitap oldu benim için. "Neden yanına notlar alamıyorum" diye hayıflandım.
Harika bir dadı Mary Poppins.

Sadece bir dadı mı söylemesi zor ama Elif'e böyle bir dadının bakmasını isterdim.
Kitaptaki hikayeye göre Elif sahiden de konuşuyor ve ben ona "agucuk bugucuk" diyorum.
Boşa değil zaten ona arada "Annecim biliyorum sen derdini anlatıyorsun ama ben anlamıyorum kuzum" demem :)
İki tane tatlı çocuk- Jane ve Michael- ile ikizlere dadılık yapmaya gelir Mary Poppins ama anneleri henüz dadı için ilan vermemiştir :)
İkizler bu maceraya pek dahil olamasalar da Jane ve Michael'ın yaşadıkları oldukça neşeli.
Bay Peruk ile kahkaha gazına yakalanmalarına o kadar çok güldüm ki... O an orada olmak ve sahiden o gazdan yutmak isterdim.
Sanırım birkaç kitap daha var bu tatlı dadıyla ilgili. Onları da hemen alıp okumak istiyorum.
Filmi de var galiba ama ben izlemedim.
Kitap her zaman tercihim oluyor.
Sahiden Banu, sen niye bu kadar çok sevmiştin Mary Poppins'i :)


Devamını oku »

5 Eylül 2014 Cuma

Güneşten Sarı Baldan Tatlı/ Kafrika'nın Gölgeleri Simla Sunay :)

Sanırım ilk defa zürafanın gözünden dinledim bir hikayeyi. Sadece bu özelliği bile yetmişti ilk kitabı sevmeme. Ama ne yazık ki kütüphanedendi ve çizemedim hiç. 2. kitap kütüphanemde zaten vardı çünkü ben o kitabın 2. kitap olduğunu bilmiyordum :) Şaşkınım diyorum da inanmıyorsunuz :)
Son zamanlarda okuduğum en en en içimi ısıtan hikayeydi diyebilirim.
Naz, Beyaz Yolu aramaktadır çünkü dev salyangozun peşindedir. Peki neden? Annesi, babası nerededir? Hikayenin başında ormanda karşılaştıkları zürafa ile birlikte eğlenceli bir yolculuğa çıkarlar. Bana nedense Naz zaman zaman Küçük Cadı Şeroks'u hatırlattı. (hazır 3. kitap da fırından yeni çıkmışken, belki bir özlemdir benimkisi)
Birinci kitap Beyaz Yola doğru uzanan macerayı; ikinci kitapsa beyaz yoldan eve dönüş yolunda yaşadıklarını anlatıyor. İlk kitap tatlı bir zürafanın dilinden -Uzunbal- 2. kitapsa hasır şapkalı Naz tarafından anlatılıyor. Arada araya S. de giriyor :) (Simla Sunay) Normalde yazarın müdahale ettiği hikayeleri pek sevmem bu kez bu özellik beni itmedi hatta zaman zaman sevimli geldi. Yazarın Çengelköy'de yaşayıp bolca Çengelköy salatalığı yediğini de söylemeden geçmeyeyim :)
Yol boyunca karşılarına çıkan değişik insanlar, farklı köyler ve inatçı hayvanlar hikayeye o kadar hoş bir macera katmış ki... Keşke daha da olsaydı dedim :)
"Ben onun yüksekten bakan gözleriyim;
O ise benim toprağa yakın perim." :)
"Naz 'Sana güveniyorum.' dedi. Güvenmek ne demekti? Emin değildim. Sanırım sırt sırta verip rahatça uyumaktı." :)
Naz'ın yol boyu karşılaştığı ona yemek verip yatacak yer sunan kişilere verdiği nane tohumları ise gerçekten çok güzel bir "teşekkür" hediyesi.
Simla Sunay'ı daha önce hiç okumamıştım; tarzını çok sevdim. (Sonra bir baktım ki daha önce okumuşum... neyim ben balık hafızalı falan mı :)
Yazarın Türkçe konusundaki hassasiyetini çok sevdim; anneme okutsam kesin "aferin" derdi; 41 yıllık öğretmen ya :)


Kim bilir belki ben de bir gün Uzunbal ile karşılaşırım. Hem bal "uzun" olur mu hiç :)
* Bizim Uzunbalımız için Elif teyzemize çoook teşekkürler :)

Devamını oku »

29 Ağustos 2014 Cuma

Pera Günlükleri / Delal Arya :)

3 kitabı da ardı ardına bitireli biraz oldu ama hakkında yazacaklarım çok olunca fırsat bulup yazamadım. Önceden belirteyim, ne kadar yazarsam yazayım mutlaka bir parçası eksik kalacak bu hikayenin çünkü HAAARİKAAAA bir dizi :)
En son "Yedi Denizlerde"yi okumuş ve "3. kitap nerede?" demiştim, araya Şeker Portakalı'nı almış, tekrardan Delal Arya kitaplarına dönüp bir de üstüne Jules Verne ile "80 Günde Devrialem"i tamamlamıştım. 
Uyku düzenimiz ne yazık ki yine yeniden bozulduğundan benim kitap okuma hallerim de son günlerde baya sekteye uğradı ama neyse ki bölüntülü uykular sayesinde her defasında başka bir maceraya çıkıyorum rüyalarımda. Mesela dün gece "11 Denizlerde" dolaşacağım diye bir tura yazılmışım. (tabii öyle hemen gemiye atlayayım diyememişim bilinçaltımda bile, nazikçe tura yazılmışım..) Ama neyse ki turu bir yerde kaçırıyorum ve marecaraya kendi başıma devam ediyorum. Hatta bir ara aç kalıyorum, etrafta yiyecek hiçbir şey bulamıyorum. Uyandım ki midem gurluyor. Gurlamaya Elif uyanıyor falan. (bu kısım abartı tabii)

Ben bu kitapları okurken sanırım kalbimin güm-güm atışı dışarıdan bile duyulacak seviyedeydi. Çok heyecanlandım. Bir sonraki satır, bir sonraki sayfa ve diğer kitap derken ne yazık ki 3 kitabı 3 günde bitirdim. Ve sanmıştım ki bu bir üçleme yani hikaye bitecek, gizemi çözeceğim. O da olmadı çünkü macera devam ediyor-muş.
Yine upuuzun bir giriş yapıp kitaptan hiç bahsetmedim, aferin bana :)
Pera Günlükleri Venedik'te bir okulda başlayan (bana nedense Hogwarts'ı çağrıştırdı.) ve İstanbul'da Pera Otelinde devam eden bir hikaye. Kahramanlarımız da ikiz kardeşler Ran Eltanin ve Lusin Eltanin. Anne ve babaları Afrikada bir kazıda kaybolunca okulun müdürü onları Pera Palas otelinin sahibi büyük amcaları Kaptan Barnekas'ın yanına gönderir çünkü orası onlar için "daha güvenli"dir. Sadece bu cümle bile kalbimin hızlanmasına sebep olmuştu. Bu kardeşlerin başına ne gelecekti ki otel onlar için "güvenli" olacaktı?
Yaptıkları tren yolculuğunda karşılaştıkları Çingene de bana Johhny Depp'in bir filmini çağrıştırdı. Aslında ben tüm hikayeyi bir filmmiş gibi izledim/okudum. Hikayede Osman Hamdi Bey'den Agatha Christie'ye kadar birçok ünlüden kesitler var. Ben hikayenin en çok kurgusunu, şifrelerin saklanmasını, içindeki harika coğrafya, tarih, arkeoloji,mistisizm,büyü, mitoloji vb. bilgileri, karakter tasvirlerini... Sanırım her şeyini çok sevdim :) İçindeki bilmeceli şiirler bana "Haritada Kaybolmak" ve "Kraliçeyi Kurtarmak" kitaplarını anımsattı.
İstanbul'u çok fazla bilmiyorum ama sanırım Taksim'de sahiden de böyle bir otel var: Pera Palas isminde. Bu hikayeyi okuyup da soluğu o otelin önünde almak istemeyen yoktur herhalde.
Hikayede sırlar, mühürler, muhafızlar, esrarengiz olaylar ve çok güzel /özgün bir senaryo var.
Çocuk kitaplarını lütfen "aman işte çocuk kitabı" deyip geçmeyin. Mesela bu kitaplar nice macera kitaplarında bulamayacağınız bir serüven vadediyor bence.
Aklımda bir dolu soru var yine.
Ne yapsam ki?
Kitapların yazarı Delal Arya'nın kapısını mı çalsam, ne dersiniz :))
Devamını oku »

26 Ağustos 2014 Salı

80 Günde Devrialem :)

İlkokuldaydım bu kitabı ilk okuduğumda. Evde çizgi-roman halinde olan bir baskısı vardı. Ne heyecanlanmıştım. Yemeyi içmeyi bırakıp Bay Fogg ile dünya turuna çıkmıştım.
Ve söz vermiştim kendime.
Büyüyünce ben de dünya turuna çıkacaktım.
Kesin.
Üniversitede bir ara interrail'e heveslendim, o bile olmadı.
Hatta hala bir pasaportum yok :)
Gemilerde kaçak yolculuk için de biraz fazla anne oldum sanki :)
Şansıma da tüm dünyayı gezmiş bir eş çıktı.
Hayal kuramıyorum birlikte şöyle gideriz buralara da gideriz diye.
Jules Verne'in tüm kitaplarını okumasam da bence 80 Günde Devrialem en harika kitabı.
Filin üzerinde oldukları, trende seyahat ettikleri, fırtınaya yakalandıkları an'lar hep birer macera.
Hayalimde bir de Avustralya vardı benim sahi :)
Geçen gün yine okuyunca yine o duygularım kabardı.
Ben de mi iddiaya girsem de atsam kendimi yollara? Benim Maymuncuk'um nerede :)


Devamını oku »

19 Ağustos 2014 Salı

Şeker Portakalı :)

Şeker Portakalı'nı ilk okuduğumda ortaokuldaydım sanırım, daha önce bahsettiğim Gönül Öğretmen sayesinde tanışmış olmalıyım Vasconcelos ile.
Boğazımda nasıl bir düğüm bırakmışsa artık ikinci okumamı yapabilmek için aradan yaklaşık 15 sene geçmesi gerekti. Bu nasıl bir kitap böyle?
Nasıl bir hikaye, nasıl bir karakter yaratma hali?
Latin yazarlar sahiden bu işi biliyor.
Böyle bir kitap, yaşanmışlıklar olmasa yazılabilir miydi bilmiyorum.
Bana hep yazar olmak için iyi bir gözlem yeteneği ve bol bir hayat tecrübesi gerekliymiş gibi gelir. Geri kalanlar da arkadan gelir elbet.
Şeker Portakalı sahiden de herkesin hayatı boyunca en az 1 -ama bence 3 belki 4 belki daha fazla- okuması gereken, ardında müthiş izler bırakan efsane bir klasik.
Serüvenler arası farklı bir kitap okuyayım derken gözüm Şeker Portakalı'na ilişti. Yine boğazım düğümlendi ama bu kez hatırlamak ve düğümü yeniden açmak istedim.
Elif uyurken :) okudum, bitti ve ben yine sarsıldım.
Çok etkileyici bir kitap.
Zeze, nasıl bir karakter?
Hikayesini açıkçası anlatmayacağım bile, bence gerek yok.
Her sayfasında bir dünya gizli. Kurşunkalemle nerelere not alacağımı şaşırdım.. Altı çizilecek o kadar çok satır var-dı ki...
Keşke elimdeki kitap eski baskılardan biri olsaydı dedim ama... Benim okuduğum kitap muhtemelen kütüphanedendi :/
Zeze,  5 yaşında ama sahiden de erken gelişmiş bir çocuk.
Şeker Portakalı fidanı ile öyle güzel sohbet ediyor ki.
Portuga ile olan diyalogların her birini buraya yazmak ve dönüp dönüp okumak isterdim.
Kitabın kapağını kapattığım dakika Elif uyandı :)
Sanırım annesine kitabı bitirmesi için izin vermişti, anlayışlı kızım benim :)
İleride onun da okumasını heyecanla beklediğim bir kitap Şeker Portakalı.

Okuyanların yorumlarını bekliyorum.
Sahi siz de kitabın kapağını kapattığınızda uzun bir müddet kendine gelemeyenlerden miydiniz?
Devamını oku »

17 Ağustos 2014 Pazar

Yedi Denizlerde / Delal Arya :)

Delal Arya'nın kitapları da kitapçıda gelip gidip baktığım ama almaya cesaret edemediğim kitaplardan. Onları okumak için "anne cesareti"ne ihtiyacım varmış demek ki :)
Daha önce söylemişimdir, fantastik edebiyatı çok severim lakin rüyalarıma çok girerler ve bir müddet sonra korkarım... İşte böyle bir çekincedeydim.
Sonra Delal Arya'nın kitaplarını almaya karar verdim.
Derken eve gelen arkadaşımız bize şahane bir sürpriz yapmış ve Elif adına kitabı imzalatmıştı.

Denizi, denizciliği, içinde deniz geçen her şeyi çok severim.
"Yedi Denizlerde" serisini de sadece bu sebepten bile olsa severim diyordum.
Ama o da ne?
Kitap tam benlik çıktı ve ben nefes bile almaya fırsat kalmadan kitaplarını okudum. 3. kitap yolda mı, basılıyor mu çok merak ediyorum açıkçası.
Siz de benim gibi dozunda fantastik serüven severlerdenseniz, bu kitapları kaçırmayın derim.
Delal Arya'nın denizlerde geçen harika bir çocukluk hikayesi var. (babası kaptanmış) Derken sinema-televizyon eğitiminin üzerine arkeoloji eğitimi ve kazılara katılması sanırım bu kitapların alt donanımını oluşturuyor. Bir çocuk için denizlerde geçen günlerden daha güzel macera mı olur?
"Yedi Denizlerde" kitabında Kaptan Dodo Shonga gemisiyle yol alırken yanında kırmızı saçlı kızı Renda da vardır. Annesinden elinde kalan tek şey kanatlı bir denizatıdır. Annesini bulmaya kararlı olan Renda ikinci kaptanın çocukları Palu ve Solin ile bu gizemli maceraya atılır. Başlarına inanılmaz şeyler gelir ama yılmazlar. Ve aslında hikaye devam ediyor. Yani devam kitaplarının basıldığı gün almayı düşünüyorum ben :) Daha fazla bekleyemem çünkü...

Kitaptaki zengin tasvirler sayesinde her şey zihnimde o kadar net canlandı ki heyecanlı bir film izlesem bu kadar keyif almazdım.
Kaptan Dodo'nun tasviri:
" O sırada sis düdüklerine uyanan Kaptan Dodo kendini don gömlek köprü üstüne attı. Kızıl sakallarıylaa kalın kaşları arasında bir çift mavi gözün parıldadığı bu iriyarı adam, nesli tükenmekte olan yalın bir mahlukat, kendini bildi bileli gemilerde yaşamış gerçek bir deniz babalığıydı. Denizin, rüzgarın ve güneşin birlikte yaptıkları bir tabloydu adamın yüzü. Hayatı boyunca gözlerini kısarak denize ve gökyüzüne baktığı için yüzü kırışmış, kırışıkların içi deniz tuzuyla dolup sertleşmişti."
Yazar, ikinci kitabını seferine katıldığı Vivian A gemisinden yazmış. O zaman instagramdan kendisini takip ediyor ve Nijerya yolculuğunu/orada çektiği fotoğrafları merakla takip ediyordum.
Bu kadar muhteşem bir hayal gücü nereden gelir; ilham dediğimiz şey denizin  derinliklerinde mi saklıdır, bilmiyorum.
Tek bildiğim "Yedi Denizlerde" serisini çok sevdiğim ve 3. kitabını heyecanla beklediğim.
Ve tabii ki Pera Günlüklerini  okumaya da birkaç gün içerisinde başlamak istiyorum. (Araya farklı tarzda bir kitap aldım, aklım yedi denizlerde iyice dolanmasın diye :)
* Biraz magazin haberi gibi olacak ama Delal Arya ve Kerem Yücel (kitaptaki Palu mu acaba :) İkiz bebeklerini bekliyorlarmış şu sıralar; onlar adına çok mutlu oldum.
Devamını oku »

11 Temmuz 2014 Cuma

Clementine :)

Hani bir kitap okursunuz ve kitaptaki karakter için "işte, bu benim" dersiniz.
Clementine benim için öyle oldu.
Aslında tam olarak "İşte; bu benim" diyemedim, çünkü benim çocukluğum -ne yazık ki- bu kadar afacan geçmedi.
Ama geçebilseydi eğer; bence ben de bir Clementine olurdum :)
Elifle kavuşmamızdan bir gün önce-tabii bunu bilmiyorduk- kitapçıda gezerken bir kitap almak istedim ama iki kitap arasında kararsız kaldım. Karabalık da "Clementine" daha hınzır duruyor; onu al dedi. Onu aldık. Lakin okuyamadım hemen. Meğerse ertesi gün doğuma girecekmişim :) Bir müddet sonra kitabı elime aldığımda "Hayalperest" etkisi yarattı ve ben kitabı bırakamadım. "Ne diyor ya bu afacan" derken kitabı bitirmiştim. Tadı damağımda kalmıştı ki diğer iki kitabın da siparişten gelmesini dört gözle bekledim. Neyse geldiler ama benim vaktim yok ki okumaya :/ Derken slingi keşfettik :) Ve ben slingde bebe uyuturken kitap okuyabilmeyi öğrendim. Yaşasın :) İkinci kitabı böyle bitirdim. Hala tadı damağımda. Derken Elif'i arabasına koyup dışarı çıkmaya başladık ve ben o uyurken kitap okuyabildim az da olsa. Üçüncü kitap da böyle bitti. Tadı hala damağımda... Ama serinin başka kitabı yok ne yazık ki. "Neden ama neden yok" diye söylendim durdum. 3 değil 13 hatta 23 kitaplık bir seri olmalıydı Clementine. O kadar çok sevdim ki onu. Belki bana yaşayamadığım, içimde kalan çocukluğumu hatırlattı bilmiyorum. Bittiğinde ağladım :) Çok üzüldüm bitmesine. Yoksa kitapta üzülecek bir şey yok hatta gayet esprili ve neşeli bir kitap.

Clementine-ki İngilizce mandalina demekmiş- 3. sınıfa giden, kıvırcık saçlı, minik bir erkek kardeşi olan, sivri şeyleri sevmeyen, kafası farklı çalışan bir kız. Hayal dünyası inanılmaz. Zorda olan birine yardım etmek istiyor ancak kendi yöntemleriyle :)  Bir de çok "empatikli" :) Annesi evden çalışan bir ressam babası ise apartman görevlisi. Dolayısıyla oldukça orta halli ancak inanılmaz mutlu bir ailenin afacan kızı. Kardeşinin adı "normal" olduğundan ona da sebze isimleriyle hitap ediyor. Hatta "kabak, fasülye" gibi şeylerden sıkılınca manava gidip değişik sebze isimlerini koluna not ediyor. Çünkü Clementine hatırlamak istediği her şeyi koluna yazıyor :) En yakın arkadaşı -temizlik hastası- Margaret ile aynı apartmanda oturuyorlar ama o 4. sınıfa gidiyor ve bazen Clementine'e büyüklük taslıyor. Abisi Mitchell ise tam bir beyzbol düşkünü. Clementine, Mitchell ile kesinlikle evlenmeyecek ama hani olur da biriyle evlenecek olursa Mitchell'i düşünebilir :)
Katılmak istemediği yetenek yarışmasına "vekilini" göndermek için Müdür Rice ile de pazarlık yapıyor. "Vekil öğretmen" olduğuna göre "vekil öğrenci" de olmalı değil mi :) Bir şey yaptırmak için kullandığı "yılan bakışlarını" da işe yaramadığında yüksek doza getirebiliyor :)
3. kitaptaki koluna yazdığı cümle de çok hoşuma gitti:
" BAZEN ÇÖZÜMÜ BULMAK İÇİN ÖNCE SORUNU ANLAMAN GEREKİR."
Kitabın çizimleri de bir harika; benim için günün mutluluk sebebi olan şu çizim gibi:
 Apartmandakilerle, öğretmeniyle, müdür Rice ile ve anne babasıyla olan diyalogları o kadar komik ki. Clementine'in kafası cidden bir başka çalışıyor. Tabii kitabın yazarı Sara Pennypacker'ı da burada takdir ettim açıkçası. Karakteri inanılmaz kuvvetli :)
Biliyorum önümde yeni kitaplar var ama ben yine de arada dayanamayıp Clementine okuyacağımı biliyorum.
* Kitapla ilgili daha detaylı bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

HERKESE "CLEMENTİNE" TADINDA, KEYİFLİ HAFTA SONLARI :)

Devamını oku »

26 Haziran 2014 Perşembe

Hayalperest :)

Hayalperest, kitabevlerinde gezerken sürekli karşıma çıkan bir kitaptı. Önünden geçip geri dönüp sayfalarını karıştırıp "neyse şimdi almayayım, sonra bakarım" demiştim ama içinde beni çeken/çekecek şeyler olduğunu da hissetmiştim. Derken Elif'e kavuşmaya günler kala aldım ve masaya koydum.
Loğusa zamanında insan boş vakti olursa sadece uyumak ve dinlenmek istiyor. Bence arkadaş sohbeti bile çok :) Hadi arada da yemek yiyelim.. Ben şanslıydım ki anneler bizimleydi ve ben gerçekten dinlenme imkanı buluyordum. Elif uyuduğu dakika ben de hoop yatağa; zaten pijamamı hiç çıkarmıyordum. (arada değiştiriyordum :))
İşte bu günlerde kitap okumamayı tercih ettim; çünkü kafam çok bulanıktı. Okuduğumu anlayamam diyordum. İşte o ara masaüstündeki "Hayalperest" ile göz göze geldim. Okumaya hala niyetim yok. Sadece bir göz atıp kütüphaneye kaldıracağım.
Ama o da ne??!!!
Bu nasıl bir kitap?
"MOMO" kokusu alıyorum.
Kokuyu takip ettikçe mutfağa da ulaştım; derken tüm evi gezivermişim.
Evdekilerin "Elif uyudu hadi sen de uyu"larına aldırmadan(ya da yatağın içinde çaktırmadan) soluk almadan okudum bu kitabı.
Yaklaşık 2 ay önce.
Bitirir bitirmez "yeni yazı" linkine tıkladım ve taze taze fikirlerimi yazayım dedim. İşte şimdi ancak yazabiliyorum :) Doğal olarak da o ilk an'ın büyüsü yok üzerimde.
Ama bende bıraktığı etkinin yıllaaaar da geçse gideceğini sanmam.
Benim huyumu biliyorsunuz; kitabın konusunu anlatmaktan çok "bende uyandırdığı duyguları" paylaşmayı severim. Zira konusunu google'da aratınca herkes bulabilir...
"Okuruma,
Bu kitap senin için.
Ruh ve yıldız arasındaki
O sonsuz boşlukta gezin.
Seni orada bekliyor olacağım." PMR

"Ben şiirim
Şairini yakalamayı bekleyen.
Cevapları olan
Bütün soruları
Ben sorarım.
Kimseyi seçmem.
Herkesi seçerim.
Daha yakına gel...
eğer cesaretin varsa.
Neftali Reyes kitap okumayı, çekmecesinde anılar/kelimeler biriktirmeyi, Bianca'yı, üvey annesini, kızkardeşini, ağabeyini, kuğuları, Monuok kuşunu, Orlando dayısını, oyuncak koyununu seven; matematiği, despot babasını, yüzme öğrenmeye zorlanmasını, kekemeliği ile dalga geçilmesini sevmeyen bir çocuk.
İşte bu kitapta birbirinden güzel resimler arasında Neftali'nin yaşadıklarını oldukça yalın ve etkileyici bir dil ile okuyoruz. Kuğuların anlatıldığı bölümde ağlamamak mümkün değil.
Ünlü şair Pablo Neruda'nun hayat hikayesi olduğunu kitabın sonlarında öğrendim.
Benden kitap tavsiyesi isteyen bir arkadaşıma Hayalperesti önermiştim.
Kitapçıda sormuş,bulunduğu rafı görünce ve galiba içine bakmadan "Ama bu çocuk kitabı"demiş.
Bence hiçbir kitap "sadece çocuk kitabı"değil; hele ki Hayalperest hiç değil :)
Yetişkin kitaplarını artık çok fazla okumuyorum ama "çocuk kitapları"ndan Üç Kedi Bir Dilek'i, Masal Battaniyesini, Balık'ı ve daha nicelerini yetişkin kitaplarına değişmem. 
Elbette ki demek istediğim birinin diğerinden "üstün" olduğu falan değil.
Ama paylaşmayı bilmeyen birine 1000sayfalık bir romandansa Masal Battaniyesini hediye etmeyi tercih ederim.
Konuyu sanırım biraz dağıttım :)
Hayalperest bana -ara ara ağlasam ve o babaya çok kızsam da- umut veren bir kitap oldu.
Tıpkı Momo gibi, Balık gibi...

HERKESE KENDİ HAYALİNİN PEŞİNDEN KOŞMA CESARETİ BULACAĞI MUTLU GÜNLER DİLERİM(Z)
Devamını oku »

2 Nisan 2014 Çarşamba

Saftirik Greg'in Günlüğü: Ah Kalbim :)

Önce bu kitabın bana geliş hikayesini kısaca anlatayım. Saftirik Greg ile ben önceki yıllarda kuzenimden aldığım bir kitabı sayesinde tanışmıştım, sevmiştim de ama kendime almak aklıma gelmemişti :) Geçen seneki doğum günümde annem bana özel bir şey olsun diye hediye olarak "çocuk kitabı" almak istemiş. Ama ne alacağını bilememiş; kitaplığımda ne var ya da ben neyi severim bilememiş. Gitmiş bir kitapçıya ve ben kızıma kitap almak istiyorum ama okudu mu ya da sever mi kararsızım; ne tavsiye edersiniz demiş. Onlar da beni kaç yaşında düşündülerse artık "size en son çıkan Saftirik Greg kitabını verelim; tüm çocuklar bunu seviyor" demişler :) Aradan 1 sene geçti ve ben kitabın jelatinini bile açmamıştım. Hep inandığım bir şey varsa "kitabın da bir okunma zamanı" olduğudur. Yani kitaplığımı dolduruyorum ama okuyamıyorum desem de kimi zaman, bilirim ki bugün ya da seneye :) okuyacağım onları...
Saftirik Greg'in bu kitabı serinin 7. kitabıymış ama ben öncekileri okumadığım için bir kopukluk yaşamadım.
Bu kitapla ilgili söylenebilecek en güzel söz harika vakit geçirdiği ve her çocuğun mutlaka okumaktan keyif alacağı.
İçinde sadece yazı yok, sayfalarda yazılara eşlik eden oldukça neşeli çizimler de var.
Bu bile okumayı çok da sevmeyen bir çocuğa cazip gelecektir.
Bu çocuğun başına gelenler gerçekten pişmiş tavuğun başına gelmez :) Diğer kitaplarını da en kısa zamanda okumak istiyorum. Komik günlükler "Sevgili Salak Günlük", "Clarice Bean" gibi insana harika vakitler yaşatıyor.
Bir de ben utanmadan yanına film izliyormuş gibi mısır patlatmış olabilirim :)
40. haftayı güzelleştirmenin ve aslında hayatın her an'ından keyif alabilmenin bir yolu bence aşağıdaki fotoğrafta gizli; ne dersiniz?

Devamını oku »