Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




22 Nisan 2015 Çarşamba

Günün Mutluluk Sebebi

Blogum taslaklarla dolup taşmaya devam ediyor.
Wordde yazsam da olur yani, nasılsa yayınlamıyorum :)
Paylaşmak istediğim onca şeyi o kadar parça parça yazmak zorunda kalıyorum ki, bütünden kopuyorum sonra (Eksik Parça-Shel :)
Son okuduğum kitap hakkında yazmak istiyorum ama yere yıkılmadan önce uyumam da lazım,
bu sabah gerçekten anlam veremediğim birkaç mesaj aldım, üzüldüm.
neyse ki o ara kitabımı okuyordum.
sonrasında tüm gün düşündüm de sahiden çocuk kitapları olmasa ben ne yapardım dedim :)
Aşağıdaki parağraf da okuduğum kitabın son satırlarından, hangi kitap olduğunu söylemeyeyim:
*selcen sen okuma gerisini

"Sen bir kahraman değilsin, ben de güzel değilim ve büyük olasılıkla sonsuza kadar mutlu yaşayamayacağız." dedi kız. "Ama şu anda yaşıyoruz ve birlikteyiz, her şey yoluna girecek."


Devamını oku »

13 Nisan 2015 Pazartesi

1 Kitap 1 Mektup: Makarna Lütfen!'den Leziz Makarnaların Hikayesi :)

1 Kitap 1 Mektup etkinliğini düzenlemeye başlamadan önce aklımda hep "çocuk kitapları" ile ilgili bir şeyler vardı. Zaman zaman bu alanın birazcık dışına çıktım çünkü merak ettiklerimi muhataplarına sormak/öğrenmek istiyordum. Onlardan biri de "Makarna Lütfen!" markasının kurucusu Tuğba Bayburtluoğluydu. Neden mi? Önce röportajımızı yayınlayayım, altına da aklımdan ve tabii midemden geçenleri ekleyeyim :)

Tuğba Merhaba,
İlk sorum tabii ki leziz makarnaların hakkında olacak. Sırrı muhtemelen çokça sevgi ve bolca emek ama sahiden nasıl bu kadar güzel makarnalar yapıyorsunuz? :)
Çok teşekkürler çok sevindim beğenmenize gerçekten. Bizim makarnaların tadı esasında bizim için ikinci planda. Sebzesi bol olsun diye bir annesel düşüncemiz var. Tatları da güzel oluyor ne mutlu ki, üstüne bal kaymak işte:)

Aklımdaki sorular biraz “Makarna Lütfen”den biraz da annelik üzerinden olunca, yoğun iş temposunda hem bir şeylere yetişmeyi hem de anneliği bir arada nasıl yürüttüğünü merak ediyorum.
Yürüyor gibi gibi yani esasında çok parçalanıyorum. İşin ve anneliğin hakkını veriyorum sanırım ama arada kendime bakamıyorum. Annem hep derdi ne zaman geçti o kadar yıl diye, gerçekten ben de aynı şeyi hissediyorum. Kredi ödemesi ya da saç boyamın dibi gelmese yani böyle her ay ödenecek, ilgilenecek bişiler olmasa herhalde zamanın geçtiğini de anlamayacağım. Kızım uyumlu bir kız. Eşim kaprisli biri değil, yemek varsa yer yoksa yapar yedirir. Herkes biliyor artık ne kadar yoğun olduğumu bir de sanırım, yani anlayış görüyorum.

Annelik maceran nasıl başladı? Doğum hikayeni anlatabilir misin? İlk günlerde hangi konularda zorlanmıştın?
Biz geç bulduk eşimizle birbirimizi, evlendikten sonra yaş da geçmesin diye istedik bir iki sene içinde çocuk sahibi olmak. Ben hayatı boyunca kilolu biri olduğumdan önce zayıfladım biraz, tek zorlandığım konu bu oldu zaten. Kilo almayayım dedim ama kör boğazımı da tutamadım. Gebelik diyabetine kadar tabi, sonra frenledim kendimi. Doğuma yakın preklempsi olunca normal olsun diye diretsem de sezaryena aldılar. Doktoruma çok güveniyordum, sözünden çıkmadım. Sütüm de hemen geldi, zırladım mırladım işte çok ekstrem bir hamilelik ya da doğum değildi. Sadece eşim çok şımarmayayım diye nazıma niyazıma bakmadı. Bende bu ters tepti, adam çocuğu sevmeyecek sandım çok korktum. Sonra sonra anlıyorum ki kendisi de abartmış. Bir daha hamile kalırsam görür o gününü :)

“Makarna Lütfen”inhikayesini sosyal medyadan öğrenmiştim. Sana yine de sormak istiyorum, cidden bu kadar leziz makarnaların bizimle kavuşma sebebi Peri’nin sebze yememesi ama makarnayı çok sevmesi mi oldu? (Öyleyse teşekkürler Peri :)
Yok Peri’den önce babası geliyor efenim. Eşim sebze ırkçısıdır, ıspanağın kavurmasını yer böreğini bile sevmez, semizotu sadece salatada olur, yok efendim karnabahara bozuk patates muamelesi yapar. Ona kerevizdi brokoliydi yedireyim derken iş buralara geldi:)

İnsanlar artık daha bilinçli ve kimse sağlıksız, hazır gıdalarla çocuğunu beslemek istemiyor. Sanırım hepimiz organiğin, tam buğdayın peşindeyiz. Asıl sorun da piyasada “sahte üretici”lerin çok olması galiba. “Organik” adı altında satılan ürünlerde sadece fiyat farkı görüyoruz ama içerik sıfır. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Organik pazarın alıcısı esasında çok araştırmacı ve sorgulayıcı insanlar.  Ben seviniyorum her geçen gün bu benim kafamda insanların artmasına. Ama tabi bir de her sektörün kendine göre kötü insanları var, az paraya çok pahalı mal satıp rant sağlama peşinde olan. Gıda sektöründe de var bu insanlar. Her ay mutlaka bir eposta bir telefon alıyorum “Bizim ürünler çok güzel çok organik kendi köyümüzden kasabamızdan” diye. Bir sertifika bir izin vb. sorduğunuzda fısss ses yok. Bırakın organik sertifikayı daha Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı’nın kontrolünde bir üretici filan bile değil. Bir de tonlarca ürün satmış olmanın havasını basıyor. Bu insanlar hep olacak, her zaman olacak. Önemli olan tüketicinin aldanmaması. Organik ürünün üzerinde Bakanlığın logosu oluyor. Etiketinde bir sürü bilgi oluyor. Her sakallıya dede dememek lazım yani kısacası.

Özellikle ek gıda sürecinde annelerin kafası çok karışık oluyor. Eskiler hemen püre/muhallebi/çorba ver diyor, doktorlar belirli yasaklar koyuyor, kitaplarsa “çocuğunuz kendi yesin” diyor. Tam da bu noktada “Makarna Lütfen”in ürünleri hayat kurtarıyor aslında. İçinde besleyici çorbalık karışımlar, tuzsuz köfte harcı, sebzeli makarnalar var. Bu konuda danıştığın doktorlar/anneler oldu mu, oluyor mu? Peri’nin ek gıda ile tanışma sürecinde neler yapmıştın hatırlıyor musun?
Olmaz mı devamlı bir öğrenme-danışma halindeyim. Ek gıda ve çocuk beslenmesi ile Türkiye’de yayınlanmış tüm kitaplara uğraşma çabam daha yeni başladı. Meraklıyımdır, zaten çok da soru geliyor.  Özellikle anne ve çocuk beslenmesi üzerine olan kongreleri kaçırmamaya çalışıyorum.  Çevremdeki tüm çocuk doktoru, diyetisyen, hemşire filan kim varsa sıkıştırıyorum, bunaltıyorum sorularımla.  Bilim gelişiyor. Takip etmek gerek kesinlikle. Peri’nin ek gıda geçişinde ise kendi halinde bir anne idim, bu kadar bilgim yoktu. Ama yine de birkaç badire atlattık mesela kıymaya alerjik reaksiyon verdi, tatildeydik çok korkmuştum. Allahtan bir haftada geçti.

Sosyal medyayı özellikle de instagramı çok etkin ve etkili kullandığını düşünüyorum. “Üretimden kareler” yayınlayıp ürünleri nasıl hazırladığınızı da yayınlıyorsun, sebzeli makarnaları hüpletirken videosu çekilen tatlı bebekleri de :) Belki de işin sırrı “reklam yapmaya ihtiyaç duymamak”tır, samimi olmaktır. Ne dersin?
Tam bir formül veremem ama sanırım samimiyet önemli çok önemli. Yani üzerinde bir reklam ajansının fikir üretip ortaya çıkardığı bir proje değil bizimkisi. Daha önce böyle projelerde bulundum. Meslekte hem üretim hem marka yaratma adına belirli bir tecrübem var. Ama en önemlisi hep müşteri tarafına geçip bakıyorum. Bir eposta yanıtladığımda, bir post yazdığımda dönüp okuyorum sorular soruyorum: Sivri bir tarafı çıkmış mı? Akıcı bir şekilde anlatabilmiş miyim derdimi? Sade yazmış mıyım? Eğlenceli ve bilgi veriyor mu? Ben takipçi olsaydım bunu okur muydum? Bu son sorunun varyasyonları çok önemli. Ben müşteri olsam bu ürünü alır mıydım? Sanırım kılı kırk yaran huysuz bir gıda mühendisi anne olmamın çok önemi var bu soruyu cevaplarken. Bir Türk annesi köfte yaparken illa ki ekmek içi kullanır mesela ama piyasadaki köfte harç firmaları maliyeti arttıracağı için göz ardı ederler. Ben göz ardı etmedim bir de üstüne arttırdım. Her ekmek olmasın kaliteli bir ekmek olsun. Ekşi mayalı tam buğday ekmeğinin galeta unu olsun içinde dedim. 

Akşam eve geldin ama evde çok az malzeme var. Vakit de kısıtlı, evdekiler de aç. Hemen hazırlanabilir tariflerden neler yaparsın böyle bir durumda :)
Makarnaaaa :))) Gerçekten bir tencere makarna pişirirken ben sosunu da hazırlarım salatasını da. Bol domatesli kıymalı bir makarnanın yanında salata ve belki azıcık portakal suyu ne kadar güzel, sade ve besleyici bir öğün değil mi?

Küçük bir şehirde üretici olmak belki körpe kabaklara daha rahat ulaşabilmeni sağlıyordur ama çocuk büyütmek için küçük bir yerde olmak avantaj mı yoksa dezavantaj mı sence?
Çocuğuna bağlı esasında. Eğer ekstrem bir eğitim seçerse sanat gibi spor gibi büyük şehirde olmak lazım. Onun dışında küçük şehir esasında rahat. Biz hem İstanbul’da hem Kırklareli’nde yaşıyor gibiyiz ama çok gidip geliyoruz; Peri yolda büyüyor:)

Birlikte çalıştığınız kadınların da çoğu anne sanırım ve güzel bir ekipsiniz. İşler çok yoğunken çocuğu için izin isteyen bir çalışanına izin verirken ya da belki o an veremezken neler hissediyorsun?
Biz toplam 8 kadınız ve bugün esprisini yaptım, 7 karılı Hürmüz’üm ben diye:))) Bizim ekipte herkesin işi önemli, herkesin işi acildir, başımın etini çok yerler yani. Hani çok klişe olacak belki ama daha iyi iş çıkarmak için ortaya birbirlerine tatlı tatlı takılmayı da ihmal etmezler. İşlerimiz her zaman yoğun, hamdolsun büyüyoruz ama şimdiye kadar hiçbir çalışma arkadaşıma “Hayır işimiz var kalıyorsun” demedim. Çünkü onlar mutlaka ortak çıkarımızı korurlar, işlerini hakkıyla yaparlar ve izin alacaklarsa işlerini bitirdikten sonra alırlar. Hatta bir ablamız bugün biraz rahatsız işe gelmişti. Zorla ben doktora gönderdim. Doktor şaşırmış. Bir arkadaşımız şimdi doğum izninde, o geri gelince ofise minik bir beşik atarız bebişini de alır gelir, beraber çalışırız hayalleri kuruyorum şimdiden.  Biz bir bebek daha yapsak kesin üretimde büyütürüm dizimin dibinde:)))

“Makarna Lütfen” tanındı, sevildi ve daha da gelişiyor. Hayalindeki tepe noktası neresi ya da var mı öyle bir “son”? Yoksa hep üretimin içinde olmak yeterince tatmin edici mi?
Herkes atadan dededen kalma çiftlikten satışa filan başlıyor ya ben işte oraya ulaşabilir miyim görücez. Şu anda kiracıyım üretimhanede. Önümüzdeki 3.5 senede kredim var ödenecek. Belki ondan sonra bir başka krediye girer bir üretimhane yaparız. Her bölümünde ayrı bir şey üretirim. Kocaman bir laboratuarım olur, her şeyin analizini kendim yaparım, kontrol ederim. Organik üretimi kendi organik tarımım ile desteklerim aaahhh hayaller:)))))

Eğer sakıncası yoksa, hangi makarna çeşidinin en çok satın alındığını öğrenebilir miyim?
Karışıklar çok beğeniliyor. Sanırım Cem Yılmaz’ın deyimiyle “everythinglittlelittle in tothemiddle”cıyız gerçekten:))

Sebzeli makarnaları pişirmek için özel bir yöntem var mı? Az suda ve suyunu süzmeden pişirmek yeterli mi?
Az su, kısık ateş ve ilgi. Çok hassas bizim makarnalar, çünkü çok sebze içeriyorlar. Başında beklemek gerekiyor.

Bence alanında çok başarılısın ve örnek alınacak bir hikayen, cesaretin var.“Girişimci anneler”e neler tavsiye edersin diye de sormazsam olmaz o yüzden :)
Estağfurullah çok teşekkür ederim. Ben küçük bir şehirde işsiz kalmasaydım belki bu kadar cesur olamazdım. Başka çarem yoktu gibi geliyor bazen. Ama çok ölçtüm biçtim, çok çok düşündüm her hareket hakkında, çok içime döndüm, çok bilenlere danıştım. İyi ölçüp biçmek gerekiyor kesinlikle.

Yemek yapmayı seven, bilen, bu işten anlayan biri değilim. Ama kızıma sağlıklı bir şeyler yedirebilmenin mutluluğunu sayende yaşıyorum. Güzel ürünlerin, sıcaklığın, samimiyetin, vakit ayırıp bloguma katıldığın için çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim. Kızınızı ve sizi bir güzel öpüyoruz kızımla :)))

Küçükken sorarlardı: "En sevdiğin yemek hangisi?" diye, benim cevabım hiç değişmezdi: "Makarna, makarna, makarna" derdim hep. Sonra üniversiteye geldiğimde su ısıtıcısında makarna pişirebilmeyi öğrendim :) Derken hayatımın vazgeçilmezi bir sos katıldı makarnama: domates. Kısaca "DM" yani "domatesli makarna" Hani bazılarının canı döner, iskender, hamburger çeker; benim canım da hep makarna çeker. 
Makarnayı bu kadar çok sevince "Makarna Lütfen" ile karşılaşmamamız mümkün değildi zaten. Elif'in ek gıdaya başlama sürecinde de kafamda bir dolu soru vardı işin aslı. Çünkü yemek yapmayı sahiden bilen/seven biri değilim. İşte o ara "ruşeym", "sebzeli makarna", "bebek tarhanası" gibi şeylerle tanıştım. Elif de-nedendir bilinmez :P- makarnayı çok seviyor. 
Hal böyle olunca instagram hesabındaki paylaşımlardan sıcaklığını hissettiğim Tuğba Hanımın kapısını çaldım. İtiraf ediyorum ürkerek :) Bu kadar yoğun çalışırken bana vakit ayıramayacağını düşünmüştüm ama sağolsun sorularımı en kısa sürede yanıtladı.
Bu röportajı "sade" olarak da yayınlayabilirdim ama içime sinmedi. Hediye etmek için "everythinglittlelittle in tothemiddle" makarna almıştım ama o da bu etkinlikle uyuşmazdı.
Derken aklıma şahane bir fikir geldi: Makarnayı sevdiren bir kitap!Neden olmasın?
Bu yazıda bahsetmiştim Günışığı Kitaplığının Abur Cubur serisi gerçekten çok güzel.
Sanırım "Çubuk Makarna Düğümü" de "Makarna Lütfen" röportajında hediye etmek için oldukça uygun bir kitap, ne dersiniz?
1 Mayıs 2015 tarihine kadar en sevdiğiniz makarna çeşidini/sosunu yorum olarak yazarak çekilişe katılabilirsiniz.
Herkese bol şans!

Devamını oku »

31 Mart 2015 Salı

Londra Turunun Devami ve Bir Sürpriz :)

1. yazıdan sonra 2. yazıyı çoook sonra yayınlayıp sizi çatlatma gibi hain bir planım vardı itiraf ediyorum ama dayanamadım yine :)
İlk bölümde yazdığım "yurt dışına hiç çıkmadım" ironisine katkısı olacak bir bilgi vereyim: bu satırları yazdığım yerde Türkçe konuşulmuyor yani Türkiyede değilim ama nerede olduğumuzu ve detayları dönünce yazayım. (Avustralyada da Londrada da değilim :)
Lafı uzatmadan sözü yine Özlem'e devredeyim:

Genel olarak Londra’da yaşam –bir yabancı açısından- zor mu? Ne gibi zorluklar var?
Londra aslında yabancıların şehri diyebilirim. Etnik köken olarak dünyanın en kozmopolit şehriymiş. Öyle ki Londrada İngiliz görürseniz şanslısınız. 300 den fazla dil konuşulduğunu öğrendim şaşırmadım. O kadar yabancı kökenin bir arada yaşadığı uzay gibi bir yer, ama bence çok güzel bir zenginlik oluşturuyor. Bundan dolayı da kendinizi yabancı hissetmiyorsunuz. Özellikle Mira’nın bu kadar çeşit arkadaşı olması, kimsenin farklı olmadığını görmesi çok hoşuma gidiyor.  Yabancıların yaşadığı zorluklar yok burada çok fazla herkes birbirine karşı çok saygılı ve hoşgörülü, inanılmayacak bir şey değil mi.
Ama tabii İngiliz düzeni, ilk zamanlarda düzene alışana kadar zor aslında. İngiliz mantığını kavradıktan sonra daha kolay geliyor her şey. Düzenleri çok ağır ama sağlam işliyor. Bir ev inşaatı yıllarca sürebiliyor. Ama yaptıkları o ev 200 yıl dayanıyor. Bir kere burada yaşıyorsanız beklemeye alışacaksınız, ben tez canlıyım falan yok, o kuyruklar beklenecek.  Restoranlardan, ufak kafelere, doktorlardan biletçilere, okula girerken otobüs beklerken trafikte, hatta ekmek alırken bile kuyruk beklersiniz. Her yerde size uygun bir kuyruk vardır.
Prizler farklı, arabaların direksiyonları sağda, trafik sağdan akıyor gibi klasik şeyleri geçiyorum. Daha gündelik şeyleri yazayım. Mesela bir ev tutacaksınız; ev tutmak için banka hesabınızın olması gerekiyor. Ama Londra'da banka hesabı açtırmak dünyanın en zor şeylerinden biri. Banka hesabı açtırmak içinde ev adresinizin olması lazım. Ama ben zaten ev için şey kem küm deyip kısır döngüye giriyorsunuz. Eğer iyi bir işiniz falan varsa bir referans mektubuyla aşabilme şansınız var. Yoksa işiniz zor. Bunun gibi çok absürt kural var ama kendi içinde hepsinin mantığı var. Londra’da adresiniz sizin kimliğiniz gibi. O yüzden çok önemli. Süper bir posta kodu sistemi var. 5 haneli posta kodunu bildiğiniz bir adresi bulamamanız mümkün değil. O posta kodu ve o adres İngiltere adasında tek olduğu için tüm harita aplikasyonlarında da şak diye bulabiliyorsunuz, kaybolma diye bir şey yok memlekette. Kiralar dehşet pahalı, televizyon seyretmek için, yaşamak için, arabanızı evin önüne park etmek için vergiler ödüyorsunuz. Sağlık sistemi kötü ve yavaş mesela.

Ülkemizde “çimlere basmayın” yazılsa da Londrada halkın parkta bahçede gönlünce vakit geçirebildiğini duymuş, okumuştum. Kitabımızı kahvemizi alıp çimlerde kitap okumak biraz da sincaplarla sohbet etmek istesek nerelere gidebiliriz?

Sadece sincaplar mı, tilkiler, kuğular, tavus kuşları, kazlar, çeşit çeşit ördek ve kuş türleri ve hatta geyiklerle bile sohbet edersin. Londra dünyanın en fazla yeşil alana sahip şehirlerinden biri. Londranın neresinde kalırsanız kalın mutlaka yürüyüş mesafesinde güzel bir park bulabilirsiniz. Böyle modern ve kalabalık bir şehirde bu kadar geniş alanların bu kadar doğal kalması (AVM yapılmaması), bu kadar hayvanın kendi doğal hayatında yaşamını sürdürebilmesi mükemmel bir şey. Hava sıcaklığı kaç olursa olsun azıcık güneş varsa herkes parktadır. Hafta içi bile çalışanlardan öğle yemeğini yanına alan parkta piknik yapar, yada iş çıkışı parkta stres atar.Hafta sonu o büyük parklarda oturacak yer bulamazsınız. Londra ve park denilince akla ilk olarak Hyde Park gelir. Hyde Park Londra'nın tam göbeğinde ve devasal bir alan kaplar (253 hektar). Regent’s Park, Greenpark ve St.James’s Park’ ta yine şehir merkezindeki görülmesi gereken parklardandır.






Bana ağaçlar canlanacakmış gibi geliyor hepJ

Londra’nın –bildiğim kadarıyla- toplu taşıma sistemi oldukça yaygın. Metrosu karmakarışık görünüyor ama sanırım çoğu yere metro ile gidilebiliyor, değil mi? Bir de bisikletliler için özel yollar var mı, onu sorayım.
Londra’da dehşet bir toplu taşıma mantığı mevcut. Şehirde her yere toplu taşıma ile ulaşabilirsiniz.Toplu taşıma olarak bahsettiğim metro(metro terimini kullanmıyorlar "tube" diyorlar), otobüsler ve banliyö şeklindeki üstten giden trenler.Şehir merkezine (yani zone1’e) giriş özel araçlara paralı olduğu için şehir merkezinde çoğunlukla Cab dedikleri taksileri, kırmızı otobüsleri ve bisikletlileri görürsünüz. Londra’da çalışanlar genellikle hızlı olduğu için metroyu) ve bisikleti tercih ediyorlar. Londra metrosu şehrin altında örümcek ağı gibi bütün şehri sarıyor. 12 hattan oluşan tube haritasını çözmek için profesör olmaya gerek yok 1-2 binişte rahatça çözülebiliyor. Tabi bizim ülkemize metro kavramı yeni yeni girdiği için trenler eski gelebilir, ama adamlar 1863'te yapmışlar ve hala sorunsuz canavar gibi çalışıyor hatları.


Londra metrosunda yolculuk yapan herkes mutlaka gazete kitap, e-kitap, dergi okuyor.
Gelelim bisiklete; Londra genellikle düzlük bir şehir olduğu için bisiklet kullanmaya çok uygun.Bisiklet ücretsiz, özgür ve en hızlı ulaşım aracıdır Londra’da. Trafikte bir ulaşım aracı olarak adam yerine konulur yol verilir. Londra’da ayrılmış bisiklet yolu mantığı çok fazla yok. Bunun yerine, yoğun olarak işaretleme ve düzenleme yapılmış,  ortak yollar geliştirilmiş.
Birçok insan, bizim babiş te dahil işe bisikletleriyle gidip geliyorlar. Hatta çalışanların bisiklet kullanmalarını teşvik için bisiklet masraflarının bir kısmını şirketleri karşılıyor. Bisiklet üzerinde kasklı kokoş kıyafetli kızlar veya takım elbiseli erkekler görebilirsiniz. Bizde üçlü olarak şehir içinde veya dışında gezintiler yapmaya çalışıyoruz. Ayrıca Londra’ya gelenler ve şehrin içinde dolaşanların gözüne çarpmıştır: görünürlüğün arttırılması ve dikkat çekici olmaları nedeniyle maviye boyanmış bisiklet yolları var. Bunlar “Cycle Super Highway” tabir edilen ve Londra’nın banliyölerini şehrin merkezine bağlayan, araba yollarından mümkün olduğunca ayrılmış bisiklet yolları.Hatta geçen ay eski kullanılmayan metrotünellerini bisikletliler için yeraltı yolları yapılacağı haberini duydum.



Tabi birde Boris bisikletlerinden bahsetmeden geçmeyelim. Boris Johnson Londra belediye başkanı, bisiklet hastası, kendiside işe bisikletle gidip gelen değişik bir adam (Hatta Türk kökenliymiş J). Bu Boris, Barclays Bikes adında şehir bisikleti kiralama projesini geliştirmiş. Şehrin 400 den fazla noktasına bisiklet istasyonları kurmuş. Çok ilgi gördüğü için halk arasında Boris Bikes diye geçiyor.Herhangi bir istasyondan aldığınız bisikleti gitmek istediğiniz yere gidip oradaki başka bir istasyona bırakabiliyorsunuz. Bisiklet için günlük 1 pound depozito ödeniyor. Sonra saat başı ücret tarifesi var. Özellikle turist olarak gelenler için harika bence, yada bir yere geç kaldınız atlayın bisiklete.

Kültürel anlamda Londrada bizi başka neler bekler? Tiyatroya bilet bulmak zor mudur? Kurslar, aktiviteler pahalı mıdır yoksa ücretsiz olanlar daha çok mudur? Sinemaları nasıldır?
Londra kültürel anlamda bir cennettir. O kadar çok etkinlik vardır ki onları kaçırmamak için tam bir etkinlik avcısı olmanız lazım.  Olacak etkinliği sadece görmeniz yeterli değil çok önceden görüp hemen bilet almanız gerekiyor. Çünkü şehir çok kalabalık olduğu için ve şehirdeki çoğunluk aynı etkinlerin peşinde olduğu için bilet bulamama şansınız çok çok yüksek. Şöyle örnek vereyim: Benedict Cumberbatch’in (Sherlock Holmes’ü oynayan) 31 Ağustosta oynamaya başlayacağı Hamlet oyununa bilet geçen seneden bitti. O kadar takip etmeme rağmen bilet bulamadım.
Ücretsiz tiyatro etkinliği görmedim açıkçası. Ama çok çeşit tiyatro var yüksek fiyatlılar da var çok uygun olanlarda. Çok çeşit te oyun var, Matilda, Çarli’nin Çikolata Fabrikası, Billy Eliot gibi büyük müzikallerden modern dansa, baleye, operaya, konserlere her türlü etkinliği yoğun bir şekilde bulabilirsiniz. Çocuk oyunları genellikle ünlü çocuk kitaplarının tiyatroya uyarlanmış hali. Çok güzel çocuk kitaplarını tiyatroda izlemek çok keyifli oluyor. Biz çok fazla çocuk tiyatrosuna gidiyoruz.
Kurslar ve aktivitelerde çok fazla özel atölyeler de var belediyelerin, kiliselerin, halk merkezlerinin, kütüphanelerin, müzelerin ücretsiz veya çok çok cüzi fiyatlara kursları ve aktiviteleri var. Children center adı verilen çocuk merkezleri mantığı çok hoşuma gidiyor. 5 yaş altında çocuk sahibi anne babaların veya bakıcıların hem çocuklarının sosyalleşmesi hem kendilerinin sosyalleşmesi yeni aileler tanıması amacıyla her belediyede çokça sayıda ücretsiz children center’ları var. Burada hem çocuklara aktiviteler varken, hem de ailelerin katılacağı kurslar esnasında çocuklara bakılabiliyor.

Harika çizimler yapıyorsun, Londrada bu konuyla ilgili seminerlere katıldın mı?
Bu tatlı yorumun için çok teşekkür ediyorum öncelikle. Hiç çizim eğitimim olmadığı için Londra’da bunun üzerine gitmek istedim. Aslında Cambridge School of Art’ta çocuk kitabı çizerliği yüksek lisansına kabul edildim ancak hem maddi hem manevi sebeplerden dolayı devam edemedim maalesef. Şu an onun yerine University Art of London’dan kitap ve çocuk kitabı çizerliği ile ilgili programlara devam ediyorum. Ayrıca çizer workshoplarını kaçırmamaya çalışıyorum.



Özlem'in bizi çizdiği görsel :)
Sokak sanatçılarını çok merak ediyorum. Onlardan biraz bahseder misin?
Londra da gezerken bir çok yerde sokak sanatına rastlarsınız.  Sokak gösterilerinin yoğun olduğu bölgeler CoventGarden ve Southbank taraflarıdır. Havada asılı cansız heykellerden, büyük prodüksiyo nsokak gösterilerine, akrobatlardan, müzik gruplarına çeşit çeşit sokak sanatını bu söylediğim bölgelerde adım başı görebilirsiniz. Bunun dışında  kentin doğusunda yer alan Shoreditch ve Brick Lane son birkaç yıldır dünyanın çeşitli yerlerinden gelen sokak sanatçılarının uğrak yeri haline gelmiş durumda. Bu bölgelerde duvar resimlerinin ve graffitinin pek çok örneğiyle karşılaşmak mümkün. Binaları, kapıları, duvarları ve çeşitli boyutlardaki resimlerle dolduran sanatçılar sokakları neredeyse bir açık hava galerisine dönüştürmüşler.

Gerçekten de “5 çayı” diye bir şey var mı ve çayı sütlü mü içiyorlar? (Aklıma Richie Rich geldi şimdi :)
Evet Londra’da 5çayı diye bir şey var :) İngilizler çayı çok seviyor. Ama biz onları geçmişiz son senelerde çay tüketimi olarak. Genelde earlgrey içiyorlar, sütlü tabiki. Çok hoş çay evleri var. Bir İngiliz geleneği olarak 5 çayında hoş bir mekana oturup sütlü çayınızın yanına üzümlü scone (üzümlü ekmek gibi bir şey) tereyağ ve çilek reçelinizi bir güzel yemenizi tavsiye ederim.

Vee gelelim “anne yüreği”ne, Mira ve kreş nasıl gidiyor? Alışma süreci ne kadar sürdü, şu an okulunu seviyor mu? Londraki kreş sistemini- belki biraz Türkiye ile kıyas da yaparak- anlatabilir misin?
Biz ilk geldiğimizde Ocak 2014'tü. Mira geldiği gibi anaokuluna (nursery) başladı. 2014 Eylülde ise zorunlu olarak Reception denilen bizde ilkokul hazırlık dediğimiz sınıfa başladı. Buradaki eğitim sistemi bizimkisi ile farklılıklar gösteriyor. Anaokulları (nursery) 3-5 yaş çocukların gittikleri yerler, zorunlu değil. Aileler çalışma durumlarına, adreslerine ve bütçelerine göre ücretli veya devletin yaygın olarak sağladığı anaokullarına gidebiliyorlar. 5 yaşına girmesine az kalmış ve azıcık geçmiş çocukların zorunlu olarak okul hayatı reception ile başlıyor. Bu ülkede zorunlu eğitim 5 yaşında başlayıp 11 yıl sürüyor, sonra üniversiteye gidiyorlar.
Miranın okulundan bir gün
Eğer devlet okuluna yollayacaksanız taa eylülde göndereceğiniz çocuğunuzu sene başında ocak gibi (9 ay öncesinde) adresinize en yakın okullardan 6 adet seçip liste yaparak belediyeye başvuruyorsunuz. Onlarda sınav sonuçlarını öğrendiğiniz heyecan misali size hangi okula çıktığınız heyecanını nisan gibi yaşatıyorlar. Eylülde de çocuk yeni okuluna başlıyor. Mira geçen yıl anaokuluna gitmişti. Bu sene yaşı geldiği için Reception’a (ilkokul hazırlık) başladı. Kolay adapte oldu diyebilirim. Anaokulunda 6 aya kalmadan İngilizce olayını halletti. Tabi baya çabamız oldu bu konuda, kitaplar ve kütüphanenin yardımı çok oldu. Artık İngilizceden ve buradan keyif alıyor, arkadaşlarını ve öğretmenlerini çok seviyor. Reception’ da nasıl bir sistemse 2 ay içinde okuma ve yazmaya geçti. Artık kendi kitaplarını yavaş yavaş kendisi okuyor. En çok hoşuma giden her okulun kendi armalı formasının olması, kıyafet derdi yok yani :) Diğer üst sınıfları çok bilemiyorum ama Mira’nın sınıfını gözlemlediğim kadarıyla çocukların özgüvenlerini ve kendilerini ifade etmelerini geliştirmek için çok uğraşıyorlar. Sosyal aktiviteler çok ön planda, her yaptıklarına değer verip sergiliyorlar ve yaratıcılık konusunu önemsiyorlar. Masa sıra mantığı yok çocuklar yuvarlak halıda bağdaş kurarak ders dinliyorlar.
Zorunlu okula başlama yaşı dedim ama İngilterede homeschooling yapılabiliyor. Aileler düşünce yapılarına, kafalarına uyan bir okul bulamazlarsa yada kendi destekledikleri modellere göre çocuklarını eğitmek istiyorlarsa evde eğitim başvurusu yapıyorlar, çocuklarını okula yollamadan kendileri evde eğitim verebiliyorlar. Çocuklar evde eğitim alarak ülke genelinde yapılan tüm snavlara girebiliyorlar, ardından üniversiteye gidebiliyorlar. Yine evde eğitim için zorunlu yaş 5. Yaşadığınız bölgedeki homeschooling danışmanlarıyla iletişim halinde kalarak evinizde çocuğunuzu eğitiyorsunuz. 
Çocuklar okula çok büyük çoğunlukla scooterlarla gidip geliyorlar. Okullarda ve birçok yerde scooter park yerleri varJ
Londradayken Ankara’ya ve Bursa’ya dair neler özlüyorsun? “Türk bakkalı” var mı orada yoksa?
Aslında her şey var burada. Bize çok yakın değil ama kuzeyde türklerin yaşadığı yerler çoğunlukta. Türk mahalleleri var her tür kebapçıyı baklavacıyı bakkalı manavı buluyorsun. Simitçi de açıldı. Uzakta olsa arada gidip birkaç alışveriş yapıp kebap yiyip dönüyoruz. Ankara çok sevdiğim bir şehir değil aslında sevdiklerimle anlamlı bana, onlarla yediklerimle. Ama Ankara simidini ve aspavayı özlüyorum :) Bursa'nın her şeyini özlüyorum doğduğum şehir diye herhalde, zaten annemler kardeşim, akrabalarım hep hasretiz birbirimize. Ama yiyecek olarak tahinli pide ve cevizli tuzlu lokumu özlüyorum. (Bursalılar iyi anlar beni:)

“Bunu sormamışsın ama Londra ile ilgili konuşuyorsak yazmam gerek” dediğin neler var?
Londra genel olarak yaşanacak çok güzel bir şehir, herkesin gelip görmesini tavsiye ederim. Mutlaka aksayan veya eleştirilecek yönleri de var ama o kadar çeşit kültürün birlikte bu kadar birbirine saygılı ve birbirine gülümseyerek yaşadığı, sokakların insan öncelikli olduğu, şehir demenin sadece beton yığını demek olmadığı, çocukların en az büyükler kadar haklarının olduğu, sanatın değer verilecek ve bizi ileriye götürecek bir olgu olduğu, devletin başbakanının metroya binebildiği, belediyede yeni yapılacak yapılar hakkında belediyenin o bölgenin insanlarına görüş ve onay sorduğu bir şehirden dilim döndüğünce özetin özeti şeklinde çok kısaca anlatmaya çalıştım. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir.






Özlemden cevaplar geldiğinde "Londraya gitmiş kadar oldum" diye düşündüm. Sanırım dünyanın en kozmopolit şehri ancak bu kadar yalın ve detaylı anlatılabilirdi, çok teşekkürler Özlem.
Yani röportaj bence burada bitti-bitmeliydi :) Ama olmadı, "senin bir de sürprizin vardı" diyen iç sesime kulak asamadım.
O halde sürpriz kendini anlatsın:

Bu çantayı Özlem kendisi boyadı ve birine hediye etmek istedi.
Tek yapmanız gereken 11 Nisan 2015 tarihine kadar, Londra'da merak ettiğiniz şeyleri yazmak. 
( Roald Dahl kulübesi gibi :)
*Özlem'in yaptığı çalışmalara web sitesinden göz atabilir, kızı Mira ile dünyasında gezinebilirsiniz.

Devamını oku »

27 Mart 2015 Cuma

Kiraz'ın Şarkıları

İletişim Yayınevinin çocuk kitapları serisini gerçekten seviyorum. Kitapların farklı bir tarzı var ve kitaplar beni hemen yakalıyor :)
Kiraz'ın Şarkıları da öyle oldu. İlk çıktığından beri okumak istiyordum, kısmet bugüneymiş.
Kısacık bir hikayede öyle güzel bir anlatım var ki.
Doğumundan kısa süre sonra annesi ölen, babası hayata küsen minik kız ona bakan anneannesini de kaybedince hayatı alt üst olur ve "hayat grevi"ne başlar. Aslında bir süredir babası, üvey annesi ve üvey kardeşi ile yaşamaktadır ve çiftlikteki hayatı özlemektedir.
Çocuklara ölümü anlatmak çok zor olmalı. Bana anlatılsa anlar mıydım bilmiyorum. Küçükken sevdiğim birilerini kaybettiğimde (tanıdık, komşu vs.) çok korkardım, üzülürdüm, ağlardım. Büyüdüm ve değişen bir şey olmadı. Hala çok tutuğum bu konuda.
Lucie'nin anneannesiyle ilişkisi o kadar naif anlatılmış ki biraz kıskanmadım desem yalan olur. benim anneannem de benim doğumumdan kısa süre sonra vefat etmiş, babaannemi az biraz hatırlıyorum o kadar. Hayatımda böyle pamuk, tatlı, tonton bir ninem olsun ve bana meyveli kek yapsın isterdim doğrusu.
Lucie hayat grevindeyken kendisini odaya kapatır ve sadece evde kimse yokken yemek yemek için dışarı çıkar o kadar. Babası ilk başta kızgındır sonra gittikçe yumuşar. Ancak öyle bir şey yaşanır ki araya yeniden buzullar girer :/ Hikayenin sonunu çok sevdim. Lucie ve büyükannesi dışında da üvey anne Isabel'i sevdim.

"Anılar çok tuhaf. Bazen beni ağlatıyorlar. Bazen mutlu ediyorlar. Bazen de her ikisi birden oluyor."
"Büyüklerle küçükler başka başka düşünüyorlar."
"Geriye dönüp eskiden akşamları fırtına çıktığında anneannemin beni sakinleştirip avuttuğu zamanlardaki küçük kız olmak istiyorum. Kalkıp yanıma gelir, bana ninni söylerdi. Daha sonraları biraz büyüdüğümde, gece yine fırtınadan korkarsam, ikimize ıhlamur ile kurabiye hazırlardı. Fırtınanın dinmesini ve uykumuzun gelmesini beklerken, yatakta edilen akşam kahvaltısı gibi bir şeydi bu."

"Anneannemin ölümünden dolayı öfkeliyim. Yine de insanlar ölünce artık geri dönüş olmadığını, onlarla ancak kalbimizde bir araya gelebileceğimizi biliyorum tabii. Buna alışmak gerekiyor, yoksa insan sürekli mutsuz olur ve ben hala öfkeli olsam da, sürekli mutsuz olmak istemiyorum."

Kısacık bir hikayede aslında öyle çok duygu var ki: mutluluk, hüzün, öfke ve hepsi bir arada.
Çizimler de harika.
Yeniden dönüp okumak isteyeceğim bir kitap "Kiraz'ın Şarkıları"
"Kiraz da kim?" derseniz bence kitabı siz de okuyun :)

Künye:
Kiraz’ın Şarkıları
Yazan: Amélie Couture
Resimleyen: Marc Boutavant
Çeviren: Bahar Siber
İletişim Yayınları, 2013, 71 sayfa, 
Devamını oku »

25 Mart 2015 Çarşamba

Londra Turuna Hazır Mısınız?

Yurt dışına hiç çıkmadım ama gidecek olsaydım elbette ki ilk tercihim Avustralya olurdu, oradan Yeni Zelanda, Hindistan... Sanki tekneyle geçiyorum kıyılardan :)
Avrupada merak ettiğim ülke ise pek yok. İskandinav ülkeleri başta olsa da bisikletli hayatı merak ettiğim Hollanda, yeşilliklerini görmek istediğim Macaristan ve tabii ki kan bağından dolayı Selanik hep kalbimde olan yerler.
Peki, Londra?
Richie Rich'in 5 çayı dışında çok fazla fikrim yoktu Londra hakkında. Ben de Özlem'in kapısını çaldım. Tık! Tık! Tık! (Bu da Elif'e kitap okurken çok kullandığım bir replik :)
Aklımda ne varsa ona sordum ve sağ olsun bir dolu yazmış o da. Lafı uzatmış olmayalım diye 2'ye böldük bu sohbeti hatta sohbetin sonunda Özlem'in sizin için harika bir sürprizi var... Ne olduğunu söylemeyeceğim ama Özlem bana bu sürprizden bahsettiğinde "Neeaaa, kimselere veremem ben onu" demişliğim var, itiraf ediyorum :)

Sevgili Özlem,
Londrayla ilgili o kadar az şey biliyorum ki. Hep yağmurlu bir ülke, Kraliçesi var ve Roald Dahl’ın kulübesi orada :) Yani senden Londra hakkında öğreneceğim çok şey var.
İlk sorum; havadan sudan aslında. Sahi, hep yağmurlu mu oralar?

Maalesef :) Şöyle söyleyeyim aslında kışın 5C yazında 20C civarında seyrediyor hava. Çok aşırı soğuklar yaşanmıyor. Tam bir ada iklimi diyebilirim, nemli ve ılık (Ankara’ya göre tabi :) Yağmur mutlaka gün içinde yağıyor ama yoğunlukla geceleri yağıyor, gündüz yağdığı da oluyor tabi. Ama bence asla kasvetli bir şehir değil, bol yeşillikten dolayı sanırım. Biz zaten yağmura çamura aldırış etmiyoruz. Kötü hava yoktur, kötü kıyafet vardır mantığıyla hareket ediyoruz. Su geçirmeyen ayakkabılarınız ve yağmurluğunuz varsa Londra dadından yinmez. Biz hiç yağmurdan bunalmadık şimdiye kadar. Hatta yağmur yağdığında çıkıp su birikintilerinde zıplamak gibi özel bir hobimiz var.




Ara ara konuşmalarımızda ya kitapçıda oluyorsun ya kütüphanede ya da müzede. (Seni kıskanıyorum tabii ama çaktırmıyorum :) Londra’ya ilk defa gelen biri hangi müzelere mutlaka gitmeli hangi kütüphanede şaşkınlık ve sevinçten bayılmalı ve tabii hangi kitapçılarda saatleri unutmalı? 

Müzeler:
Londra’nın müzelerinin her biri aslında ayrı bir yazı konusu olur. Londradaki çocuklar çok şanslı,doğduklarından itibaren okullarda işledikleri konuları müzelerde yerinde görme imkanı bulabiliyorlar. Gezerken mini mini kuzuları Van Gogh’un "Ayçiçekleri" tablosunun önünde yerde oturmuş, öğretmenlerinin acaba bu adam bu tabloyu yaparken ne hissetti sorularına cevap verirken görebilirsiniz. Yada fen derslerinde ilk buharlı makineyi yerinde görmelerine şahit olursunuz. Tarih derslerine mumyaları ve piramit parçalarını dokunarak öğrendiklerini görürsünüz.  Neyse kıskançlıkları bırakalım, kısa kısa hepsine değinelim. :)




Öncelikle Londra’nın en güzel yanlarından biri bence dünyaca ünlü birçok müzelerinin ücretsiz olması.Çok fazla müze var, ama buraya gelip de mutlaka görmeden gidilmez diyebileceklerimi ve bizim tatillerde genelde zaman geçirdiğimiz vazgeçilmez müzelerimizi yazıyorum. Klasik üçlüden başlayayım. (Bu üçlü yan yana.)

1-Doğa Tarihi Müzesi (Natural History Museum): Adından anlaşılacağı gibi 70 milyonluk dünyanın bugüne kadar gelen sürecini özetler nitelikte ders gibi bir müzedir. Devasa dinozor iskeletlerinden memelilere kuşlara, doldurulmuş hayvanlara,  dünyanın oluşumundan, günümüzdeki depremlere volkanik patlamalara, uzaya kadar türlü türlü koleksiyonlar içerir. 1753 yılından beri toplanan 5 ana koleksiyonda (botanik, entomoloji, mineroloji, paleontoloji ve zooloji) 80 milyon parça sergileniyormuş. En önemlilerinde biri de Darwin’in kendi çalışmalarının sergilendiği bölüm. Müze halen eğitim ve araştırma faaliyetlerine devam ediyor. Ayrıca binanın içinden çok dışından da mükemmel bir görünümü var. 1883 yılında yapılan bina mimari açıdan da çok önemli bir bina,“Waterhouse Building” olarak adlandırılıyor. Gün içerisinde çocuk etkinlikleri, hayvan incelemeleri, hikaye anlatımları olabiliyor. Geldiğinizde mutlaka etkinlikleri sorun derim.



2- Bilim Müzesi (Science Museum): Aslında bilim tarihi müzesi desek yanlış olmaz. İlk buhar makinasından, aya giden Apollo’ya, ilk arabalardan, ilk röntgen makinasına kadar tam bir bilim yuvasıdır. Hele bir mühendis için üniversitede gördüğü teoremlerin modellerini orada görmekte ayrıca bir keyiftir. Müzede hem büyüklerin hem çocukların çok şey öğreneceği türlü türlü aktiviteler interaktif sergiler vardır.  Bilim dünyası üzerine ne ararsanız bulursunuz, bir girdiniz mi uzun saatler çıkamazsınız.

3- Victoria ve Albert Müzesi (Victioria and Albert Museum): Önce Doğa Tarihi Müzesini gezdiniz, hemen yanında Bilim Müzesine girdiniz. Hemen karşıdaki Victoria ve Albert’a girmeden olmaz. Farklı medeniyetlerdeki insanlık tarihinin sanat ve tasarım alanında yaklaşık 3000 yıllık koleksiyonlarını görebilirsiniz. Rönesans heykellerinden, mücevher galerilerine, İngiliz sanat tarihinin diplerine dalabilirsiniz. Müzeyi gezerken heykellerin önünde çizim derslerine rastlarsınız. Özellikle kafesine uğramanızı ve bir İngiliz çayı yanında da kurabiye yemenizi tavsiye ederim.




4- Ulusal Galeri (National Galeri): Benim yine girip de çıkamadığım müzelerden biri. 13.-20. yy'lar arası dehşet bir resim koleksiyonu barındırmaktadır. Rembrandt’tan, Rubens’e, Michelangelo’dan Van Gogh’a Seurat’a birçok ünlü ressamın tablolarını görebilirsiniz. Müzede çok yorulup dünyaca ünlü Tarafalgar meydanında soluklanabilirsiniz.


5- İngiliz Müzesi (Biritih Museum): Yaklaşık 5.5 dönüme kurulmuş öyle 1-2 günde gezilemeyecek büyüklükte bir müzedir. Mısır hiyeroglifleri, mumyalar, Akropolisten gelen rölyefler, Rosetta taşı, mükemmel asur kabartmaları, Fethiye Ksantos’tan gelen anıt mezarlarını, suttonhoo gemi mezarlığı, tunç ve fil dişinden Afrika heykelcikleri, Güney Amerika İnka ve Maya sanat eserleri, Kızılderili eserleri, Anadolu ve Osmanlı kültürü… daha saymakla bitmez dünyanın dört bir yanını bu müzede bulabilirsiniz. Mükemmel bir mimarisi, iç holüve cam çatı çözümlemesi vardır.


6-Tate Modern: Açıkçası benim en çok keyif aldığım müzelerden biri. Eski bir enerji santralinin modern sanat müzesine mükemmel şekilde dönüşümünü bu müzede görürsünüz. Dali, Picasso, Matisse, Miro gibi eskilerin yanında yeni sanatçıların tablolarını görebilir, değişik temalar altındaki modern sanat eserlerini vay anasını diye dolaşabilirsiniz bu müzede. Ben kitapçısını çok seviyorum. Ayrıca çok güzel aile ve çocuk etkinleri mevcuttur.


Bu müzelerin dışında ufak tefek bir sürü müze var. Mesela Children Discover Story Center, Roald Dahl müzesi (gerçi tam Londra’da denemez Londraya 1 saat mesafe uzaklıkta), Pollock’s Toy Museum, V&A Museum of Childhood önerebileceğim müzelerden.

Araya gireceğim ama merak ettim, müzelerdeki sistem buradakinden farklı mı yoksa bizim sistemimizle aynı mı? (Açık/kapalı günler, ücretler, giriş kartı vb. açılardan)
Müzeler genellikle ücretsiz dediğim gibi. Bir kart vesaire almanıza gerek yok. İsterseniz bağış kutularına bağış yapabiliyorsunuz. Paralı olan müzelerde var tabi. Onlara direkt kapıda bilet alarak giriş yapıyorsunuz. Müzelerin geneli pazartesi günleri kapalı olabiliyor. Ama çok büyük müzeler çok turistik oldukları için tüm hafta açık olabiliyorlar. Gitmeden bir kontrol etmekte fayda var.

Kitapçılar,
Sokaklarda gezerken çeşit çeşit kitapçılara rastlayabilirsiniz. Büyük zincir kitapçılar var mesela Foyles, Waterstones , WHSmith, DauntBooks gibi. Bu zincir kitapçılar çok fazla yerde karşınıza çıkabilir. Ya da bağımsız olanlar var ve müzelerin kitapçıları var.Biz genelde karşımıza çıkan kitapçıya dalıyoruz. Ama Piccadilly’ deki 5 katlı Waterstones’a bir girdiniz mi saatlerce çıkamayabiliyorsunuz. Ayrıca Marylebone’ dakiDauntBooks’ u ve CoventGarden’da ki Stanfords’u da öneririm. 2. el kitap içinse Charing Cross caddesinde karşılıklı çok şirin 2. el kitapçıları zevkle dolaşabilirsiniz.


Piccadily Waterstones
Kütüphaneler:
Londra’da o kadar çok kütüphane var ki yaklaşık 360 tane olduğunu duymuştum. Her belediyeye bağlı bir sürü kütüphane var ve hepsi de iyidir diyebilirim. Biz kütüphane konusunda şanslıyız, mahalle kütüphanemiz bölgenin büyüklerinden biri o yüzden bize çok yetiyor artıyor. Ekstra kütüphane ihtiyacı duymuyoruz. Ama hani Londra’ya gelince mutlaka görülmeli dediğim kütüphane İngiliz Kütüphanesi (Britih Library)’dir. British Library her dilde her çeşit bilgi barındıran bir çeşit araştırma kütüphanesi aslında, İngilizlerin milli kütüphanesi. Shakespeare’ in ilk taslakları, LewisCarol’un Alis Harikalar Diyarında metni, John Lennon’un el yazması Beatles şarkı sözleri hep burada. Biraz prosedürü var ama reader pass denilen kartla kitap alabiliyorsunuz.

Sona saklayıp şimdiden iç geçirmeyeyim diyordum ama yapamadım, çocuk kütüphaneleri nasıl? Çocuklar özgürce yere oturup kitaplarını-başlarında bir görevli olmadan- okuyabiliyorlar mı? Kaç kitap ödünç alınabiliyor ve kitapları geri verme süresi ne kadar? Son çıkan yayınlar kütüphaneden temin edilebiliyor mu?
Aslında tam bir çocuk kütüphanesi kavramı yok. Her mahallenin kendine ait büyük kütüphanesi ve bu kütüphanelerinde çocuklara ayrılmış bölümleri var. Görevliler pek etrafta dolaşmıyor kütüphanelerde, çok ta sessiz yerler değiller aslında bence. Bir tarafla kitap grupları okudukları kitapları tartışır, diğer tarafta ücretsiz haftalık etkinlikler olur.  Özellikle çocuk bölümü baya şenlikli diyebilirim. Bizim kütüphane için örnek vereyim mesela, çocuklar gelir hemen bir kitap seçer yere yayılır, ya da annesine babasına oku diye sokulur, seçimlerini kendileri özgürce yaparlar. Burada da üyelik sistemi mevcut. Kitap alacak herkes üye olmak zorunda. Çocuk kitapları için bir kerede 6-7 kitap alabiliyorsunuz ve 20 gün boyunca sizde kalabiliyor. Son çıkan yayınların çoğunu bulabiliyorsunuz. Ek bilgi olarak kütüphaneler verdikleri hizmetleri, yenilikleri hep bölgede yaşayan insanlara sorarak onların ihtiyaçlarına göre yapıyor. Kütüphane mantığı sadece kitap hizmeti vermek değil İngiltere’de bölgedeki insanların sosyalleşmesini, daha aktif olmasını destekleyen kurumlar.

Bizim mahalle kütüphanemiz
Kütüphaneler bu kadar yaygınken belki de kitapçılar sinek avlıyordur :) Sanırım orada da zincir mağazalar var, buradakine benzer. Sence fiyatlar nasıl? Burada –ne yazık ki- insanlar “paramız yok” yakınmasıyla ya kitap okumuyor ya da korsan kitap alıyor. Orada kitaba erişim daha mı çok/rahat? Korsan kitap diye bir şey var mı sokaklarda? Bir de unutmadan sahafları sorayım, sahaflar yaygın mı?
Kitap okuma kültürü bence eğitim sistemiyle alakalı birazda. Eğitim sistemi de toplum kültürü yaratıyor. Tabi eğitim sistemi dediğim dayatma anlayışıyla ödev olarak verilen okunması zorunlu kitaplarla oluşturulan bir kitap okuma alışkanlığı değil. Burada gördüğümü anlatayım: Çocuklar çok küçük yaşlarda ücretsiz kütüphanelerde kitaplarla tanışabiliyorlar. Kütüphaneye gitmiyor mu kreşte veya okulda haftada 2 kez okul kütüphanesinden öğretmenleri tarafından verilen kitaplarla eve geliyorlar. Çok düşük gelirli bir ailenin çocuğu hiç kütüphaneye veya kitapçıya gitmese bile ayda 8 kitap evine getiriyor. Bence bu da kalıcı bir okuma kültürü oluşturuyor. Ayrıca kütüphaneye gidenlerde yine ücretsiz kitap edinebiliyorlar. Tabi bu devletin eğitime, kitaba, kütüphaneye ayırdığı bütçelerle de alakalı bir durum.
Başka bir açıdan ele alalım. Kitapçı sayısı ve basılan kitap çok fazla olduğu için kitaba ulaşmanın daha kolay olduğunu söyleyebilirim. Fiyatlar için de şöyle bir örnek vereyim. Türkiye'de 1000 TL maaş alan bir kişi en düşük 25 TL civarına orijinal kitap bulurken; burada 1000 Pound kazanan birisi 10 pound civarına aynı kitaba ulaşabiliyor. Burada alım gücü bizim ülkemize göre daha fazla. Korsan kitaba hiç rastlamadım, öyle bir mantık olduğunu sanmıyorum. Genelde yeni kitap fiyatları zincir mağazada olsa, küçük bir kitapçıda olsa aynı. 2. el kitap çok yaygın,  2. el pazarlarında bile enteresan kitaplara rastlayabiliyorsunuz. 

Gezmek, görmek elbette ki bambaşkadır ama farklı şehirlerde/ülkelerde yaşayanlar ile konuşmak beni hep mutlu etmiştir. Merak ederim, orada insanlar ne yapar ne yer ne içer ve neler okurlar? Müzelerin bu kadar yaygın ve sayıca çok olması, ücretsiz ulaşılabilmeleri bence harika. Kütüphane ve kitapçılar da öyle. 
Bu yazının 2. bölümünde de genel olarak Londra'da yaşam, bisikletli hayat, metroda kaybolmadan yolu bulabilme, ana yüreğinden sorular: kreş gibi konu başlıkları var. 
Sürpriz hediyeyi de 2. bölüme saklayacağım ;ayrılmak biraz zor gelecek ama hadi bakalım söz verdim bir kere :) 
*Görsellerin tamamı Özlem Korçak'a aittir, lütfen izinsiz kullanmayın.
Devamını oku »